Genel YazılarSon Haberler

Yazar Doğan Akhanlı’nın başına gelenler…

Doğan Akhanlı, 20 yıldan beri Köln’de yaşayan bir yazardır.1998 yılında Kayıp Denizler üçlüsünün ilk kitabı olan Denizi Beklerken’i İstanbul’da, Belge Yayınları’ndan çıktı. Bu üçlemenin diğer kitapları, 1999’da, Gelincik Tarlası ve Kıyamet Günü Yargıçları adıyla yayınlandı. Bunları Madonna’nın Son Hayali, Babasız Günler, Talat Paşa Davası ve Fasıl adlı kitapları izledi.

Doğma büyüme Şavşatlıdır. Henüz 18 yaşında bir delikanlıyken, 1975 yılında, İstanbul’da, işsizliğe ve baskılara karşı bir bildiri dağıtırken yakalanmış, 5 ay Toptaşı Cezaevi’nde kaldıktan sonra tahliye edilmişti.

Doğan, bu ilk tuttuklamadan sonra geri adım atmadı. 12 Eylül 1980 darbesi sırasında Karadeniz Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde öğrenciydi. Üniversite yıllarında da siyasi gençlik hareketlerinin içinde yer aldı. 12 Eylül faşizmine karşı eşi Ayşe ile birlikte en zor şartlarda mücadele ediyordu.

Darbeciler onu ve eşini 18 Mayıs 1985 günü İstanbul’da yakaladılar. Yakalandıklarında ilk oğulları Can 16 aylık bir bebekti.

Doğan Akhanlı, Yurtsever Devrimci Gençlik Federasyonu üyesi, Ayşe Akhanlı ise Tüm Sağlık Emekçileri Derneği’nin (TÜM-SAĞLIK-DER) Merkez Yönetim Kurulu üyesi olarak faşist cuntaya karşı yaptıkları çalışmalarla suçlanıyorlardı.

Metris Askeri Cezaevi’nde Ayşe bir, Doğan üç yıl tutuklu kalmışlardı. Tahliyeden sonra TCK 168’inci maddeden yargılanmalarına devam ediliyordu. Gıyaplarında verilen kararla, 1988’in ilk aylarında Doğan Akhanlı 20 yıl, Ayşe Akhanlı 13 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldılar.

Karı-koca Akhanlılar, kaçak yaşamaya başladılar. Bu sırada ikinci çocukları Ceren herşeyden habersiz dünyaya geldi. Aile sürekli ev ve ad değiştirerek hayatlarını sürdürmeye çalışıyordu. 5 yaşındaki Can, anne-babasının her evde başka adla çağrılmalarına alışmıştı, ama kendi adının değiştirilmesine razı gelmiyordu bir türlü.

İki çocuklu bir aile olarak, sahte kimliklerle Türkiye’de yaşamak imkansız hale gelmişti. 1991 yılında Türkiye’den ayrılmaya karar verdiler. O günlerin şartlarında, bin bir zorlukla iğnenin deliğinden geçerek Doğan, oğlu Can ile, Ayşe ise kızı Ceren ile ayrı uçaklarla Köln’e gelebildiler.

Uçak İstanbul’dan havalandıktan sonra, Can babasına sarılarak, “Baba kurtulduk değil mi?” diye sormuştu. Bu soruyu Can unutmuş, ama babası hiç unutmamıştı.

Ah, bu 12 Eylül dönemi devrimcilerinin, kaçaklarının çocukları ah!

Ah, bu 12 Eylül dönemi devrimcilerinin yaşanamayan, yarım kalan aşkları, sevdaları ah!

Akhanlılar, Almanya’ya siyasi iltica etmişlerdi. Siyasi iltica talepleri kısa zamanda kabul edildi. Doğan, 1996 yılında yazmaya başladı. Köln’de Türkiye Almanya İnsan Hakları Derneği (TÜDAY) yönetiminde Enver Karagöz ile birlikte görev aldı. Türk-Kürt Dostluk Girişimi’nde aktiv olarak çalışıyordu. 14 Mayıs 1998 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldığını öğrendi. Haymatlos durumuna geldi. 2001 yılında Alman vatandaşlığına geçti. Tam 19 yıl yurduna, varolduğu topraklara, Artvin’e, Şavşat’a gidemedi!

Sürgünlük zor bir zanaat!

Dile kolay, tam 19 yıl sürgünde yaşamak!

Çok zordur 19 yıl hasretlerin her türlüsünü yaşayarak, sıfırlanmış bir hayatı yeniden kurabilmek ve ayakta kalabilmek!

Sürgünlük zor bir zanaatır! Uğruna ölümlere gidip geldiğin, kurtulması için işkenceden geçtiğin, hapislerde yattığın yurduna gidememek, dünyanın her yerine gidebildiğin halde, kendi yurduna gidememek; sınırların sana kapalı, gökyüzünün sana yasak olması insanı deli divane eder!

Sol göğsünün altında çarpan, yürek değil de manda gönünden çarık olsa bile zor dayanır hasretlere, özlemlere, gurbet türkülerine. Doğan Akhanlı bu hasretlere tam 19 sene dayanabilmişti…

Ama baba hasreti yakıyordu onu! Annesi Kadriye, oğul hasretine dayanamıyarak 1993’te, Şavşat’ın Ciritdüzü köyünde vefat etmişti. Doğan anasının cenazesine bile gidememişti. Ağabeyi Erdal 2004 yılında vefat etmiş, Doğan ağabeyinin cenazesine de gidememişti. Şimdi babası ölüm döşeğindeydi. Babası oğlunun hasretiyle yana yana kül oluyordu! Aynı hasretleri Doğan da duyuyor, hatta babasının hastalığından biraz da kendini sorumlu tutuyordu. Ren nehrinin suları bile söndüremiyordu Doğan’ın içindeki baba hasretini, kardeş hasretini, yuva hasretini!

Haberler geldi, haberler gitti Almanya’dan Türkiye’ye, Köln’den Artvin’e, Şavşat’a…

“Oğlum, burnumda tütüyor hayalin! Ölmeden son arzum seni bir kez olsun görebilmektir. Gel artık, gel! Gözlerim yollarda, ellerim koynumda kaldı! Oğul, oğul, can oğul!”

“Baba, geleceğim yanına! Merak etme, Ferhat gibi dağları delip geleceğim Şavşat’a!”

Yıllar sürdü hakkındaki tahditlerin kaldırılması. Avukatlar, dilekçeler, raporlar! Gözleri kör olsun, yurdunu bu kadar çok seven, Anadolu’nun yiğit evlâtlarının sürgünlerde çürümesi için karar verenlerin!

Ölüm değil bu zulüm koyuyor insana!

2009 yılında gidecekti babasını, kardeşini ve yuvasını görmeye! Avukatı, “Daha zamanı değil, işleri yoluna koyamadım. Biraz daha bekle!” demişti.

Sonu belirsiz günleri beklemek, sonu belirsiz yolları gözlemek ölümden beterdi. Ama Doğan bekledi, beklemek zorundaydı.

Hasta yatağındaki babasına haber saldı: “Baba yakında geleceğim

Doğan, babasının “Ah oğlum, ah!”larını duyuyordu geceleri.

Avukatı, “Artık gelebilirsin, ama gene de sen bilirsin!” demişti son telefon konuşmasında. Kararını verdi. “Babamı ölmeden görmeliyim!” dedi. “Hem Türkiye, 20 yıl önceki Türkiye değil! Türkiye’de demokratikleşme yönünde olumlu adımlar atılıyor. Türkiye, Anayasa değişikliği için referanduma gidiyor. İktidar partisi AKP meydanlarda ‘12 Eylül darbecilerinden hesap soracağız!’ diye bar bar bağırıyor. Daha AKP’nin adının bile olmadığı günlerde ben 12 Eylül darbecilerine karşı hayatım pahasına mücadele etmişim. Bu yüzden sürgünlerde yaşamışım. Hakkımda olumsuz bir karar da yok! Alman vatandaşıyım! Sınır kapılarındaki tahditler de kaldırıldı! Babasını görmeye gelen bir insanı herhalde yakapaça içeriye atmazlar ya!”

Merhaba Türkiye!

Avukatı Haydar Erol onu İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’nda bekleyecek, başına bir iş gelirse, yanında olacaktı. Biletini aldı. Gözlerine uyku girmiyor, kalbi yerinde duramıyordu. Türkiye’yi havadan görebilmek, İstanbul’a havadan bir merhaba diyebilmek için, yerinin pencere kenarında olmasını rica etti. Kalkış saati geçmek bilmiyordu. Ardı ardına sarma sigarasını içti. 19 yıl önce Türkiye’den ayrılırken yaşadığı heyecanı, hüznü, tedirginliği hatırladı.

Ne günlerdi o günler!

Kimseler duymadan hükümler giymişti.

Kimselere yakınmadan sürgünlerde yaşamıştı.

Ve şimdi gene kimseler duymadan yurduna dönüyordu.

10 Ağustos 2010 günü, Köln-Bonn Havaalanı’ndan Türkiye’ye doğru havalandı. 19 yıl sonra, ilk kez yurduna, varolduğu topraklara ayak basacaktı. Uçak inişe geçtiğinde kalbi küt küt atıyor, tutmasa uçaktan önce iniverecekti İstanbul toprağına…

“Merhaba Türkiye!” dedi yüreği! Yüreğinin sesini Türkiye duydu mu, duymadı mı henüz belli değildi.

Gözlerini açarak bakıyordu etrafa!

Dün müydü, bugün müydü, elveda bile diyemeden yurdundan ayrılışı?

19 gün mü, 19 yıl mı geçmişti aradan?

Ayaklarını sağlam basıyordu toprağa. Bu toprağın çiçeklenmesi için 19 yıl hasret çekmişti. Nasıl da büyümüş İstanbul böyle?

Pasaport kontrolundan geçecek, döner banddan bavulunu alacak, çıkış kapısında bekleyen avukatı, ta üniversiteden beri arkadaşı olan Haydar Erol ile kucaklaşacak, bir gün İstanbul’da kalıp hasret giderdikten sonra Artvin’e, babasını görmeye gidecekti.

Pasaport kontrol sırası yavaş ilerliyordu. Canı sıkıldı! Bir an önce İstanbul ile özgürce kucaklaşmak için sabırsızlanıyordu.

Sıra gelince, “Merhaba!” diyerek pasaportunu polise uzattı.

Bilgisayarda kimlik kontrolunu yapan polisin yüzü birden bire değişiverdi.

“Siz biraz bekleyeceksiniz!” dedi, kuşkulu, buz gibi bir ses tonuyla! Sezdirmeden derhal karakola sinyali verdi.

Doğan’ın içi cız etti! Sırtından buz gibi ter aktı!

Hemen bir polis geldi, “Polis karakoluna kadar geliniz!” dedi.

Karakolda, “Hakkınızda arama ve tutuklama kararı var!” dediler.

Doğan, İstanbul’a merhaba bile diyemeden, savcılığa sevk edildi.

19 yıl sonra hasretle ülkesine dönen; gençliğini, hayatının en güzel yıllarını 12 Eylül faşizmine karşı özgürlük mücadelesine vermiş Anadolu’nun yiğit bir evlâdına, “Hoş geldin yurduna! Faşizme karşı verdiğin mücadele için sana teşekkür ederiz!” diyerek bir demet çiçek vereceklerine, apar topar kelepçe taktılar!

Doğan, işte bunu hiç beklemiyordu!

Daha ne oldu, ne oluyor demeye kalmadı, savcı 21 yıl önce, İstanbul’da, bir döviz bürosu soygununda yakalanmış iki kişinin işkence altında verdikleri ifadelere dayanarak Doğan Akhanlı’yı tutuklama kararı verdi.

Avukat Haydar Erol bazı işler bekliyordu ama bu kadarını beklemiyordu!

Çıkış kapısında beklemiş, beklemiş, müvekkili, arkadaşı çıkmayınca “Eyvah!” demişti. Kısa bir süre sonra durumu anladı. Doğan’ın ardından savcılığa geldi. Hemen itiraz dilekçesini yazdı.

Yeni bir hukuk savaşı başlıyordu. Avukat Haydar Erol, 20 ve 24 Ağustos 2010 tarihlerinde iki kez tutuklama kararına itiraz etti ve itirazları reddedildi.

Doğan Akhanlı’nın tutuklandığı haberi, kısa zamanda Almanya’ya ulaştı.

Doğan Akhanlı, hiç beklemediği bir anda tuzağa düşmüştü.

Köln’deki Alman, Türk, Kürt dostları kapana düşürülmüş dostlarını kurtarmak için hemen harekete geçtiler. Albrecht Kieser’in sorumluluğunda “Doğan Akhanlı için adalet!” adıyla dayanışma girişimi oluşturuldu. Doğan’ın dostları bu girişime yardımcı oluyorlardı.

Öncelikle Doğan Akhanlı hakkında net, doğru bilgilere ulaşılmaya çalışılıyordu. Avukatı vasıtasıyla, günü gününe bilgiler alınıyor; basına, radyolara, televizyonlara yetiştiriliyordu. Doğan’ı, Tekirdağ F Tipi Cezaevi’ne götürdüler. Bir hücreye koydular.

Ayrılsak da beraberiz!

Doğan ile Ayşe Akhanlı, Köln’e gelip yerleştikten bir süre sonra hayatın akışı içinde farklılaştılar; yolları ayrıldı, sonunda boşandılar. Hem Doğan, hem Ayşe için çok zor oldu bu ayrılık. Ama esas zorluk Can ve Ceren için oldu. 12 Eylül sürgünlerinin hayatları gibi, aile yaşantıları da alt üst olmuş, Türkiye’de başlayan çok sayıda beraberlik, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde sona ermişti.

Ayşe, ayrıldığı eşinin başına gelenleri duyar duymaz sarsıldı, içinde küllenmiş olan yeniden alev aldı. 12 Eylül faşizmine duyduğu öfkeyle tüyleri diken diken oldu. En zor günleri Doğan ile birlikte yaşamışlar, birlikte hapislerde yatmışlar ve Türkiye’yi birlikte terk etmişlerdi. Hayat geçmişe göre değil, geleceğe göre yaşanmalıydı. Doğan’a karşı duyduğu tüm kırgınlıkları bir tarafa bıraktı. Almanya’da ayrılmış olmalarına rağmen, Türkiye’de resmen boşanmadıkları için resmen evli görülüyorlardı. Türkiye’deki yasaları, cezaevi kurallarını iyi biliyordu. Doğan’la karı koca olarak öncelikle sadece kendisi görüşüp haberleşebilirdi.

Doğan da Ayşe gibi düşünüyordu. Hapisaneden ilk telefonu Köln’deki Ayşe’ye açtı. Geçmiş günleri hiç anmadan, yeni durumları konuştular. Doğan bir ara “Kusura bakma Ayşe!” diyecek oldu. Ayşe, Doğan’ın sözünü ağzında bıraktı:

“Ben bugün geçmişe dair ne varsa hepsini unuttum. Sen de unut! Bizleri, çocukları düşünme! Bizleri merak etme! Senin kurtulman için elimden geleni yapacağım. Ne ihtiyacın varsa söyle! Hücrende kendine iyi bak! Üşütme! Ayrılsak da beraberiz!” dedi.

“Sağ ol can yoldaşım!” diyebildi.

Doğan’ın hücresine güneş doğdu!

Ayşe dediğini yapan bir insandı! Doğan’ı düştüğü kurt kapanından kurtarmak için de her şeyi yaptı. 27 yaşındaki Can, babasının hapise düştüğünü öğrenince çok sarsıldı. Bilincinin çok derinlerinde kalmış olan korkular, kuşkular birden bire yeniden depreşti. Geceleri uyuyamaz oldu. Sanki her an polis baskın yapacak, anasını babasını alıp gidecekti. İçine kapandı. Kendi kendine konuşuyor, ama kimseyle konuşmuyordu.

22 yaşındaki Ceren ise, abisine göre daha rahattı. Daha serinkanlı davranıyor, annesine yardımcı oluyor, babasıyla da konuşup moral veriyordu.

Doğan Akhanlı ile dayanışma etkinlikleri

Almanya’daki ve Türkiye’deki dayanışma etkinlikleri mümkün olan en kısa zamanda, Doğan Akhanlı’ya ulaştırılıyordu. “Doğan Akhanlı için adalet!” adı altında imza kampanyası başlatıldı. Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Taner Akçam, Orhan Pamuk, Günter Grass, Günter Wallraff, Ragıp Zarakolu, Adalet Ağaoğlu, Mikis Theodorakis, Edgart Hilsenrath gibi tanınmış yazarlar imza verdiler, dayanışma mesajı yayınladılar, Almanya Büyükelçiliği’ne, Türk hükümet çevrelerine Doğan Akhanlı’nın serbest bırakılması için mektup gönderdiler. Herkes Doğan’a yardımcı olabilecek bir şeyler yapabilmek için çırpınıyordu.

Doğan’a ilk mektup, Ermenistan’dan, Yerivan-Vardeşen Hapishanesi’nde siyasi mahkûm Adıyamanlı Sarkis Hatspanian’dan geldi. Hayret! Sarkis ne yapmış etmiş, Doğan’ı hücresinde yalnız bırakmamak için mektubunu yazıp ulaştırmıştı! Dostluk, vefa, insanlık bu idi! Doğan, Sarkis’in mektubunu dafalarca okudu, kendi kendine “Topla kendini Doğan! Yalnız değilsin! Sadece Sarkis’in mektubunun verdiği güçle bile yaşayabilirsin!” dedi.

Doğan için ilk dayanışma toplantısı, Köln’de, Arkadaş Tiyatrosu Salonu’nda yapıldı. Doğan’ı tanıyan, tanımayan çeşitli milletlerden insanlar doldurmuştu salonu. Giriş 10 € idi. Gelir, doğrudan Doğan’ı kurtarma işlerine harcanacaktı. Bir tiyatro sanatçısı, Doğan’dan gelen kısa mesajı okudu. Doğan, bu mesajda Köln karnavalında beraberce “Alaaf” diyebileceğimizden söz ediyordu. Yani bu iş zordu, en azından 5-6 ay içeride kalma ihtimli vardı.

Konuşmalar, şiirler, şarkılar, türküler hep hücresinde tek başına kalan Doğan’a ulaşabilmek için söyleniyordu.

Türkiyelilerin çoğu, 12 Eylül 1980 cuntasının darbesini yemiş, hayatlarının en güzel yılları hapislerde, sürgünlerde geçmiş insanlardı. 30 yıl öncesinin marşlarla, solganlarla, türkülerle sokakları zapt etmeye kalkan militan, devrimci gençlerin yerini, yaşlanmış, sürgünlüğün, ahları alınamamış, adaletin hakkıyla tecelli etmemiş olmasının kahredici hüznü çökmüştü omuzlarına… Fakat o gün, Doğan için, Türkiye’de esir düşmüş dava arkadaşlarının kurtarılmısı için, kararlı, sabırlı, vakur bir dayanışma eylemi içinde gene genç, gene enerji doluydular.

Federal Almanya Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosu’nun ziyareti

Alman kamuoyunun Doğan Akhanlı’ya sahip çıktığı, dayanışma etkinliklerinin yaygınlaştığı bir zamanda, Federal Almanya Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosu’nun hapisteki vatandaşını resmen ziyaret etmesi gündeme geldi. Türkiye ile Almanya arasındaki anlaşmalar çerçevesinde ziyaret hazırlandı. Gerekli izinler alındı.

Başkonsolos Frau Wagener, belirlenen saatte, Tekirdağ F Tipi Cezaevi Müdürü’nün yanına geldi. Önceden haberi olmasına rağmen cezaevi müdürü biraz şaşırdı. İlk kez bir Başkonsolos, bir tutukluyu ziyarete gelmişti.

Frau Wagener, cezaevi müdürüne ziyaretinin sebebini nazik bir dille ifade ettikten sonra, “Doğan Akhanlı, Federal Almanya Cumhuriyeti için çok önemli bir şahsiyettir. Vatandaşımız olduğu için, onunla her zaman ilgileneceğim,” dedi.

Tekirdağ Cezaevi Müdürü de, “Merak etmeyiniz, biz de elimizden geleni yapacağız,” cevabını verdi.

Daha sonra gardiyanlar Doğan’ı hücresinden getirdiler. Doğan ile Başkonsolos Frau Wagener, baş başa konuştular. Başkonsolos, Doğan’ın başına gelenleri bilmek istiyordu. Konuşmalarının sonunda, “Sayın Akhanlı, vatandaş olarak Federal Alman Anayasası’ndan doğan her türlü hakkınızı koruyacağız, ben Başkonsolos olarak daima sizin yanınızda olacağım. Umarım en kısa sürede Almanya’ya dönersiniz!” diyerek tamamladı sözlerini.

Cazaevi Müdürü, Başkonsolos’u uğurladıktan sonra, Doğan’ı odasına aldı. “Buyurun oturun!” diyerek yer gösterdi:

“Başkonsolos biraz önce bana, ‘Doğan Akhanlı, Federal Almanya Cumhuriyeti için çok önemli bir şahsiyettir!’ dedi. Sen kimsin? Almanya için neden önemlisin?” diye merakla sordu.

“Ben bir Alman vatandaşıyım!” diye cevap verdi Doğan.

Müdür, bunun ne önemi var dercesine Doğan’ın yüzüne baktı.

“Sadece bunun için mi Başkonsolos Hanım buraya kadar geldi?”

“Evet! Tutuklanmış bir vatandaşını görmek için buraya kadar gelmiş.”

Müdür ikna olmamıştı. “Hayret!” dedi. “Hücrenize gidebilirsiniz. Bir ihtiyacınız olduğunda bana söyleyebilirsiniz.”

Başkonsolosun ziyaretinden sonra, Doğan Akhanlı’nın yazarlığını, Almanya için önemli olduğunu cazaevinin tüm görevlileri duydu. Ona daha dikkatli davranmaya başladılar.

Gözleri açık gitti!

Doğan’ın bir yanı Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nin tek kişilik hücresinde, bir yanı ise dışarıdaydı. Hücresinde en büyük moral kaynağı dışarıdan gelen dayanışma mektupları ve Almanya’daki dayanışma etkinliklerinden gelen haberlerdi. Cezaevi idaresi Doğan’a gelen mektupları veriyordu. Dünya’nın dört bir yanından gelen mektupları okuyordu. Hele Vietnam’dan gelen bir mektup onu çok etkilemişti. İnsanlık her şeyden büyük ve güzeldi. Bu dünya, zulme, haksızlıklara, adaletsizliklere rağmen direnmeye, mücadele etmeye ve yaşamaya değerdi.

Doğan hücresinde, günlerini yazarak, okuyarak geçiriyordu. Özellikle babasına her gün yazdığı mektupları, hapisten çıkar çıkmaz babasına götürecek, kendi eliyle verecekti.

Veremedi!

Oğlunun yolunu bekleyen Mahmut Nedim Akhanlı, oğlunun adını sayıklaya sayıklaya, 87 yaşında, 27 Kasım 2010 günü, Şavşat’ta vefat etti. Kalbi çok acılara dayanmış, oğlunun hasretine dayanamamıştı! Mahmut Nedim Akhanlı, bu dünyadan gözleri açık gitmişti!

Avukat Haydar Erol, bu acı haberi Doğan Akhanlı’ya duyurmamaları için cezaevi yönetimine ricada bulunmuş, 28 Kasım 2010 günü ziyaretine geldiğimde ben kendim söyleyeceğim, demişti. Cezaevi yönetimi bu ricayı kabul etmiş ve acı haberi Doğan’a duyurmamıştı. Fakat avukatı gelmeden 10-15 dakika önce, yan koğuştaki mahkûmlar, babasının ölüm haberini yazan Radikal gazetesini Doğan’a ulaştırmışlardı!

Dünyanın durduğu bir andı o an! Doğan, “Babamın kalbi benim üzüntüme dayanamadı! Babam benim yüzümden öldü!” diye düşündü. Bu suçluluk duygusu Doğan’ın acısını daha da artırmıştı. Doğan’ın gözyaşları ıslattı hücresinin beton tabanını! Babasına son bir kez sarılamadı. “Baba, baba! Bak ben geldim!” diyecekti, diyemedi! Sözler boğazında, hatıralar hafızasının kıvrımlarında kaldı!

Baba Akhanlı anısına ağıt!

Acı haber, dağları, denizleri, dikenli telleri, nöbetçi kulelerini aşarak dalga dalga her yere yayılıyordu. Gitti gitti, ta Ermenistan’a, Yerivan’da, “Vardaşen” Hapisanesi’nde siyasi mahkûm olarak kalan Adıyamanlı Sarkis Hatspanian’ın hücresine ulaştı. Doğan’ı bir sefer bile görmemiş mahkûmlar, Doğan’ın babası için ağıtlar söylediler, mumlar yaktılar. Yas tuttular. Sarkis acı haber geldiği andan itibaren kendi ve hapishane arkadaşlarının yaşadıklarını kaleme aldı. “Akhanlı Baba’nın anısına ağıdımdır!” başlığı altında Doğan Akhanlı’ya ve dünyadaki dostlarına ulaştırdı.

Özgürlüğe merhaba!

5 Aralık 2010 günü, İstanbul’da, Gazeteciler Cemiyeti’nde “Doğan Akhanlı için adalet!” toplantısı yapıldı. Toplantı çağrısını imzalayanlar arasında, Adalet Ağaoğlu, Oya Baydar, Eren Keskin, Ragıp Zarakolu, Atilla Keskin, Oral Çalışlar, Bejan Matur, Cezmi Ersöz, Taner Akçam, Roni Margulies ve Ayşegül Devecioğlu da bulunuyordu.

Dört aylık tutukluluktan ve babasının vefatından 10 gün sonra, 8 Aralık 2010 günü ilk duruşması yapıldı. Duruşma salonunu “Doğan Akhanlı için adalet!” çağrısına imza vermiş birçok tanınmış aydın, yazar, insan hakları savunucusu doldurmuştu. Günter Wallraff başkanlığında, 21 katılımcıdan oluşan uluslararası dava takip delegasyonu Doğan Akhanlı’ya karşı açılmış davayı izlemek için Almanya’dan gelmişti.

İlk duruşmada, Doğan serbest bırakıldı. Hapishaneden kurtulup özgürlüğe merhaba dediğinde, Doğan’ın içinde korkunç bir isyan vardı.“Bir daha bu ülkeye gelmem! Bir daha bu dili de konuşmam!” diye bir yalım esti içinde.

Sonra Boğaz’a, Boğaz’dan akan sulara ve mavi gökyüzüne baktı.

“Bir daha bu ülkeye gelmem!” demek, 20 yıldan beri çektiği sürgün cezasını ömür boyu sürgüne çevirecekti. Toparladı kendini. Öfkesini ve içindeki güllerin dikenlerini okşadı. “Önce Artvin’e, Şavşat’a gideyim. Babamın, annenim, ağabeyimin mezarını ziyaret edeyim. Çocukluğumla, gençliğimle konuşayım. Dostlarımı, akrabalarımı, evimiz barkımızı göreyim,” dedi.

35 yıl sonra köyüne dönebilmenin mutluluğu…

Doğan Akhanlı’nın köyünün adı Ciritdüzü. Zamanında bu köyde çok at yarışı olurmuş, cirit oyunu oynanırmış. Bu nedenle Ciritdüzü demişler. Ciritdüzü, Şavşat’a beş kilometre uzaklığında, yemyeşil bir köy. Doğan bu köyden tam 35 yıl önce ayrılmış, nereye gittiyse köyünün hayalini, köyünde geçen çocukluk yıllarının hatıralarını götürmüş bilincinde, bilinçaltında.

Doğan’ın başına gelenleri köylüleri merakla izliyor, onun hapisten kurtulup köyüne geleceği günleri düşlüyorlardı.

Sevinçli haber ulaşır ulaşmaz akrabaları, arkadaşları hazırlığa başlamışlardı. Doğan’ı köyün girişinde karşıladılar. 35 yılın özlemiyle teker teker sarıldılar birbirlerine:

“Gelmiş geçmiş olsun Doğan!”

“Hoş geldin köyüne Doğan!”

“Hiç değişmemişsin Doğan!”

“Seni sağ salim gördüm ya, ölsem gayri gam yemem Doğan!”

Sıcak, sımsıcak bir karşılama oldu.

Babaocağına vardığında, yemekler hazırlanmış, sofralar kurulmuş, Doğan’ı bekliyorlardı. 35 yıl değil, 35 gün, 35 saat geçmiş gibi, her şey taptaze, sımsıcaktı!

“Acıkmışsındır mapusta, hadi buyur, ağız tadıyla yemeğimizi yiyelim,” dedi amcası.

Tüm köy yaşlı genç, kadın erkek sofralara oturdular.

Doğan, “Bu yemekler hep böyle tatlı mıydı, amca?” diye lafın önünü açtı.

“Sen geldin diye tatlandı yemeğimiz, suyumuz!” diye cevap verdi amcası.

Gülüştüler. Ah bir de bu sofrada babası, anası, kardeşi olsaydı! Ah babası oğlunun köye geldiğini, sofrasında yemek yediğini de görebilseydi!

Yemekten sonra, birlikte mezarlığa gittiler. Doğan babasının, annesinin, ağabeyi Erdal’ın, teyze oğulları Erdoğan ile Arif’in mezarlarını ziyaret etti. Babasının mezarı henüz taptazeydi.

Doğan, 12 Eylül 1980 döneminin işkencelerini anlattığı Fasıl adlı son kitabından beş tanesini, ayrı ayrı naylon torbalara sararak mezarlığa götürmüştü. Fasıl’ı birer birer babasının, annesinin, ağabeyinin, teyze oğullarının mezarlarına koydu. Köylüler okumak ve sonra mezarlara geri koymak üzere kitapları alıp evlerine götürdüler.

Doğan bu olaydan çok duygulandı. Kendi kendine karar verdi: “Bir daha köye geldiğimde kendi kitaplarımı ve sevdiğim yazarların kitaplarını getireceğim ve her mezarın üstüne naylona sarılı bir kitap koyacağım! Belki böylece yeryüzünün ilk açık ‘mezarlık kütüphanesi’ kurulmuş olur!” dedi.

Köye vardıktan dört gün sonra, Haber Türk Televizyonu, Doğan ile röportaj yapmak için Ciritdüzü’ne geldi. Doğan’ın evinin önünde köylüler toplandı. Program yapımcısı, Doğan’a başından geçenleri anlattırıyordu. Sıra Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde geçen günlere gelmişti.

Amcasının hanımı kalktı, kameranın karşısına geçti:

“Haberiniz olsun! Doğan bizim yazarımızdır! Doğan bizim mücadelecimizdir! Doğan bizim canımızdır!” dedi.

Çekim bittikten sonra, “Dediklerimi aynen yayınlayın da dünya alem duysun! Yayınlamazsanız tarihi bir fırsat kaçırmış olursunuz!” diyerek gülümsedi.

Doğan duyduklarına, gördüklerine inanamıyordu.

Şavşatlılar, 20-30 yıl önceki arkadaşları, köylüleri Doğan’ı sevgiyle bağırlarına bastılar. Onun acılarını paylaştılar.

Dünya, Almanya’da başka, Tekirdağ F Tipi Cezaevinde başka, İstanbul’da başka; Artvin’de, Şavşat’ta, Ciritdüzü’nde ise çok daha başka dönüyordu.

Doğan, Türkiye ile, Türkçeyle barıştı yeniden. Şavşat’ta, Ciritdüzü’nde iki hafta kaldıktan sonra, İstanbul’a döndü. Yayıncılarıyla, kendisine destek vermiş vefalı dostlarıyla görüştü, Almanya’ya dönüş hazırlıklarına başladı. O günlerde İstanbul’daki Şavşatlı üniversite öğrencileri, hemşerileri Doğan Akhanlı onuruna bir sohbet toplantısı düzenlemişlerdi. Toplantıya Doğan’ın 20-30 yıl önceki arkadaşlarından bazıları da gelmişti. Doğan’ı aralarına aldılar. Sıcak bir havada sohbet ediyorlardı. Çocukluk arkadaşlarından biri önüne bir sigara paketi koydu.

“Doğan arkadaşım buyur!” dedi gülümseyerek!

“Burada içemem!” dedi Doğan gülümseyerek.

“Hele bi aç bakalım!” dedi ısrarla.

Doğan sigara pakerini açınca içinden temiz bir jelatine sarılmış bir tutam çamsakızı çıktı. Sargısını açıp kokladı. Aynı Şavşat’ta, Artvin’de, Ciritdüzü’nde koktuğu gibi mis gibi çam kokuyordu. Bu koku onun memleketinin, yurdunun, yuvasının kokusuydu.

Çamsakızı kokusu, Doğan’ın aklını başından aldı, sabrının sınırlarını yıktı, bilinç altının kapılarını açtı! Doğan ağlamaya başladı! Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu! Yıllardan beri hiç böyle ağlamamıştı. Gözyaşlarını sildi! Doğan’la birlikte ağlayanlar da gözyaşlarını sildiler.

Doğan rahatlamıştı. “Ben buraya, bu toprağa, bu çamkokusuna aitim! Benim yurdum da, yuvam da burası! Beni vatandaşlıktan atanlar, benim yuvamla, yurdumla, toprağımla, insanlarımla ve sizlerle olan bağımı koparamazlar…”

Doğan’ın sözlerini Şavşatlılaların yürekten gelen alkışları tamamladı.

“Koparamazlar! Asla koparamazlar!” haykırışları karıştı alkışlara…

“Sağ olun arkadaşlar! Sağ olun, var olun! Tekrar görüşmek üzere hoşça kalın!”

“Güle güle git Doğan! Yolun açık olsun!” diyerek vedalaştılar.

Sen keyfince gidemezsin, biz seni kovacağız!

Yüzünde, dilinde, gönlünde çiçekler açtı yeniden. Umutla, sevgiyle, gözleri arkada kalmadan Almanya’ya dönüyordu. Avukatı, “Ne olur olmaz, burası Türkiye, girişte başına gelenler, çıkışta da gelebilir!” diyerek Doğan’la birlikte Sabiha Gökçen Havaalanı’na gelmişti.

Köln’e gidecek uçak, 5 Ocak 2011 günü, 22.50’de havalanacaktı. İşlemlere başlandı. Pasaport kontrolünden sonra, polisler gene “Dur bakalım beyim!” dediler!

“Neden? Ne oldu?”

“Bir yabancı, bir Alman vatandaşı olarak Türkiye’de üç aylık oturum süresini geçirmişsiniz. 390 lira 65 kuruş ceza ödemeniz gerekiyor!”

“Nasıl olur? Bu süreyi ben keyfimden geçirmedim. Dört ay tutuklu kaldım!”

“Onu amirimize anlatırsın!”

Avukatı koştu geldi.

Ne oldu, ne oluyor demeden, işler gene karıştı.

Akhanlı itiraz etti. Ancak Haydar Erol, “Boş ver! İşi büyütmeyelim, cezayı ödeyelim!” dedi. Cezayı ödediler. Akhanlı uçağa binmeyi beklerken, polisler yeniden geldi. “Yanlışlık olmuş, ceza almayacaksınız,” diyerek parayı iade ettiler. Daha bu işten de kurtulduk, diye sevinmeye zaman kalmadan başka bir komiser geldi; “Senin mahkemen var, yurtdışına çıkışın yasak!” dedi.

Avukat Haydar Erol, mahkeminin Doğan’ın yurtdışına çıkışını serbest bırakan kararını yanında getirmişti. Hemen çantasından çıkarıp gösterdi.

İnceleme yeniden başladı. Uçağı yarım saat beklettiler. 15 dakika sonra “Genelgeye göre sizi sınırdışı etmemiz gerekiyor,” dediler. Sınırdan çıkmak isteyen birine “Hayır sen gidemezsin, biz seni kovacağız!” anlamına geliyordu bu! İşlemlerin tamamlanması uzun sürecekti. Uçak havalandı gitti.

Doğan’ı kurtarmak için çalışmış, çabalamış yüz kadar vefalı insan, Köln-Bonn Havaalanı’na gelmişti. İstanbul uçağı gelmiş, ama Doğan gelememişti! Telefonlar çalıştı Almanya ile Türkiye arasında. Doğan’ın başına gelenler avukatından öğrenildi! Güler misin, ağlar mısın? Öfkeyle, üzüntüyle evlerine döndü Doğan’ı karşılamaya gelenler…

Doğan Akhanlı ise o saatlerde tekrar karakola götürülmüş, ifadesine başvurulmuş, tutuklu yabancıların sınır dışı edilmesine ilişkin bakanlık genelgesinden söz edilmişti.

Avukat Haydar Erol’a göre, tutuklu yabancıların sınırdışı edilmesini düzenleyen bu genelge, İçişleri Bakanlığı’nca 2006’da çıkarılmıştı. Bu gerekçeyle Akhanlı, sabah 09.00’a kadar Sabiha Gökçen Havalimanı Karakolu’nda tutuldu. Bu esnada Avukat Haydar Erol’un iddiasına göre, komiser, Akhanlı’yı yumruklamak istedi. Akhanlı, Alman vatandaşı olduğunu belirtince komiser dokunmadı. Mesai saati başlayınca Akhanlı, Pendik’teki bir sağlık kuruluşunda kontrolden geçirilip Yabancılar Şubesi’ne götürüldü. Sınırdışı işlemi yapıldıktan ve hakkındaki bir yıl süreli Türkiye’ye giriş yasağı kendisine bildirildikten sonra, 6 Ocak 2011 günü, saat 12.25’te, Atatürk Havalimanı’ndan kalkan Köln uçağına polislerin eşliğinde bindirildi ve yüzüne karşı sınırdışı kararı okundu.

Doğan Akhanlı, Türkiye’ye altı ay önce umutla gelmişti. Aklına gelmeyenler başına geldi. Bir yıl içinde Türkiye’ye girememek, yurduna, ocağına, toprağına dönememek üzere “Elveda!” dedi her şeye…

Doğan’ı, Köln-Bonn Havaalanı’nda, çocukları ve can yoldaşı Ayşe karşıladı. Özlemle sarıldılar birbirlerine. Almanya vatandaşını sevgiyle bağrına bastı!

Doğan Akhanlı ile röportaj:

Gelmiş geçmiş olsun Doğan! Türkiye’ye gitmeden önceki Doğan Akhanlı ile, Türkiye’den dönüp gelen Akhanlı arasında ne fark var?

“Türkiye’ye gidemediğim, Türkiye’deki siyasal, toplumsal değişimleri uzaktan izlediğim sürgün yılları beni biraz siyasi yönden körleştirmiş. Ben Türkiye’ye giderken, Türkiye’deki demokratikleşme adımlarının hayaline kapılmışım. Daha doğrusu davulun sesi uzaktan güzel geliyordu! Ben yanıldığımı ayağım İstanbul’a basar basmaz, pasaport kontrolundaki “Siz biraz bekleyiniz!” dendiği an anladım. Ama iş işten geçmişti.”

12 Eylül 1980 öncesi ile 2010 Türkiyesini karşılaştırabilir misin?

“12 Eylül 1980 öncesinde kimin eline düştüğünü, kimin ne olduğunu az çok bilebilirdik. Ama şimdi çeşitli, biribiriyle kavga içinde olan mihraklar oluşmuş. Herkes savcı, herkes yargıç! Herkesin burnu bir karış havada! Savcı dört ay içinde benim ifademi hiç almadı. Ama benim ömür boyu içerde kalmama yol açabilecek bir iddianame yazmıştı.

12 Eylül 1980 döneminde hapishanelerde Türk, Kürt devrimcileri vardı. Şimdi ise Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde gördüğüme göre konuşuyorum, hücreler genellikle Kürt gençleriyle, Kürt siyasi tutuklu ve hükümlüleriyle dolu.

Kimileri ömür boyu hüküm giymiş, kimileri İstanbul’un gecekondularından şu ya da bu nedenle tutup getirilmiş, 18-20 yaşlarında gencecik Kürtler. Konuştuğum bu gençlerin hemen hemen hepsi, hapisten çıkar çıkmaz, dağa çıkacağını söylüyordu. Durumun bu kadar felaket olduğunu içeriye düşünce daha iyi anladım.”

Kendini nasıl hissediyorsun?

“Türkiye’ye giderken özlemle, umutla gitmiştim. Başıma gelen bunca olaylardan sonra Türkiye’den daha radikalleşmiş olarak döndüm.

Beni uzun süre bırakmıyacaklarını anlamıştım. Bana yazdığım kitaplar, Ermenilerle ilgili araştırma ve yayınlarım nedeniyle hiç soru sormadılar. Esas siyasi amaçlarını gizleyerek beni bir cinayet olayına karıştırmak istiyorlardı.

Eğer Almanya’daki, Avrupa’daki dayanışma etkinlikleri olmasaydı, Alman kamuoyunun desteği olmasaydı ve ben Alman vatandaşı olmasaydım, ben şimdi aranızda olamayacaktım. Bu nedenle, bana destek vermiş, benimle dayanışmada bulunmuş herkese büyük bir minnet hissi içindeyim. Ne yapsam onlara olan minnet borcumu ödeyemem.”

Bu yaşadıklarını yazacak mısın?

“Hayır, yaşadıklarımı yazacak durumda değilim! Yazarsam öfkeli, taraflı yazarım. Bu da edebiyata faydalı olmaz. Henüz yaşadıklarımı tarafsız bir yazar tavrıyla yazacak durumda değilim.”

Peki, Fasıl’da ve diğer bazı kitaplarınızda 12 Eylül döneminde yaşadığınız işkenceleri yazabildiniz mi?

“Uzun süre yazamadım. Fasıl bunun bir denemesi oldu. Fakat işkence görmüş hiçbir insan, kendi başından geçen işkenceyi aynen yazamaz. Yazılanlar, yaşananların birkaç damlasıdır sadece! 12 Eylül döneminde 500 binden çok insan işkenceden geçirilmiştir. Korkunç bir rakamdır bu! Bu insanların sayısı, yakınlarıyla birlikte milyonları bulur. Bu milyonlarca insan acılarını, işkence izlerini gidermek, zedelenmiş onurlarını, yaralanmış ruhsal dünyalarını onarmak için henüz pek bir şey yapılmadı. Bu da acılarımızı, yaşadığımız travmaları artırıyor.”

Bochum, 22 Şubat 2011 Kemal Yalçın