Fakir Baykurt, tüm yazarlık yaşamında sorumluluklarını bir an bile unutmadı. Akçaköylü çocuğun ne bileğini, ne de kalemini hiçbir güç bükemedi, kıramadı. Çünkü o, gücünü kendi toprağından, kendi insanının direnme damarından alır.
Kimi denizi, kimi gemiyi hazır bulur; kimi de hem denizini hem gemisini kendi yaratmak zorundadır. Fakir Baykurt, yüzeceği denizi de bineceği gemiyi de kendi alınteri; kaleminin gücüyle yoktan var edenlerdendir. O, kayaların bağrında boy veren sakız ağacı gibidir. Taşa inat salar köklerini kayaların bağrına bağrına…
Kemal Yalçın
“Yarım Ekmek”, “Koca Ren” ve “Yüksek Fırınlar” Fakir Baykurt’un “Duisburg Üçlemesi” olarak adlandırdığı üç roman. Her birinin kendi iç bütünlüğü var. Ama üçü birbirini tamamlayarak Almanya’daki Türkiyeli insanların göç ve değişim süreci içinde yeniden biçimlenmelerinin çok boyutlu tablosunu çiziyor.
Fakir Baykurt elli yıllık yazarlık yaşamının yaklaşık yirmi yılını Almanya’da geçirdi. 1979 yılında Kuzey Ren Vestfalya’daki öğrencilerin eğitim sorunlarının çözümüne yardımcı olması için resmi bir çağrıyla Duisburg’a gelmişti. Geliş o geliş… 1980’de yollar birçok aydına, yazara; yurdunun iyiliği için düşünen, uğraşan insana olduğu gibi, ona da kapandı… Yeniden Türkçe öğretmenliğine başladı. 14 yıl yurduna gidemedi. 1996’da kırk bir yıllık öğretmenlik hayatını noktaladı.
Fakir Baykurt, öğretmenlik ile yazarlığı birlikte yürüttü. 13 roman, 15 öykü, 2 şiir kitabı yayınladı. Çocuk kitapları, araştırma kitapları ve gazete yazıları yazdı. Emekli olmadan önce, çalışma süresinin bir kısmında “Sonderschule” denilen özürlüler okulunda öğretmenlik yapıyor; bir kısmında ise “Kalem” adlı iki dilli öğrenci dergisini hazırlayıp; çocuklara yazma ve okuma sevgisini tattırmaya çabalıyordu.
Duisburg’a geldiğinde tam 50 yaşındaydı. Yaşadığı yılların yaklaşık üçte biri Almanya’da geçti. Kimi yazarların kalemi Almanya’ya geldikten sonra kısırlaştı; kimininki kurudu gitti…
Fakir Baykurt Türkiye’de olsaydı nasıl ve ne kadar üretebilirdi bilemeyiz. Ama 1980’li yılların aydınlara, ilerici insanlara rahat nefes aldırmayan; can güvenliğinin bile olmadığı ortamda yazsa bile çok zor yazabileceğini söyleyebiliriz. Almanya’da geçirdiği her yılda bir ya da iki kitap yayınladı. 14 yıllık uzun, sabırlı bir çalışmadan sonra sekiz ciltlik “Özyaşam”ı basıma hazır duruma getirdi. (Vefatından sonra 8 ciltlik “Özyaşam” öyküleri ve “Eşekli Kütüphaneci” yayınlandı.)
“Barış Çöreği”, “Gece Vardiyası”, “Yüksek Fırınlar”, “Duisburg Treni”, “Koca Ren”, “Bizim İnce Kızlar”, “Bir Uzun Yol”, “Unutulmaz Köy Enstitüleri”, “Yeni Kölelik”, “Anamla Yıllar”, “Ruhr Havzası’nda Türk Bahçeleri”, “Ateş Dikenleri”, “Türkiye Nereye?” ve “Yarım Ekmek” Almanya’da, Duisburg kentinde yazılıp yayınlanmış yapıtlarının başlıcaları.
“Barış Çöreği” ile 1984 Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü’nü; “Gece Vardiyası” ile de 1985 Bundesverband der Deutscher Industrie-BDI Ödülü’nü aldı.
Türkiye’de 1958-1978 yılları arasında beş ödül almıştı. “Yarım Ekmek”e ise 1997 Sedat Simavi Roman Ödülü” verildi.
Fakir Baykurt’un yaşamı son 70 yılın değişimleri, ilerlemeleri, anaforlarıyla özdeştir. Burdur’un Akçaköy’ünden, sığır çobanı olan bir çocuğun Türk edebiyatının saygın bir yazarı düzeyine gelebilmesi; zorlu, acılı, üretken bir değişim sürecidir.
Kimi denizi, kimi gemiyi hazır bulur; kimi de hem denizini hem gemisini kendi yaratmak zorundadır. Fakir Baykurt, yüzeceği denizi de bineceği gemiyi de kendi alınteri; kaleminin gücüyle yoktan var edenlerdendir. O, kayaların bağrında boy veren sakız ağacı gibidir. Taşa inat salar köklerini kayaların bağrına bağrına…
Öğretmen hareketindeki yeri
Fakir Baykurt, öğretmenlik, ilköğretim müfettişliği, bakanlık müşavirliği gibi görevlerinin yanında; Türkiye öğretmen hareketinin ağır ve onurlu sorumluluğunu üstlendi. Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu (TÖDMF) ve Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) genel başkanlığını yaptı. Öğretmen örgütlerinin ve öğretmen mücadelesinin birliğini, bütünlüğünü sağlamada önemli etkisi oldu. Onun birleştirici, tutarlı, akılcı yönetim anlayışıyla; 1965’ler Türkiyesi’nde toplam 120 bin öğretmenden 72 bini örgütlenebilmişti.
1969’da Süleyman Demirel başbakan iken; Kayseri Alemdar Sineması’nda yapılan TÖS Genel Kurulu’na gericiler saldırtılıp, 800 öğretmen planlı bir hazırlıkla yakılmak istendiğinde cesaret ve akılla direnenlerin başında o vardı. Tutulmuş, azdırılmış güruhlar benzin dolu şişeler, taş, sopa, silahla saldırırken başında köylü şapkasıyla gizlice dışarı çıkıp; askerin müdahalesini sağlayan ve böylelikle öğretmenlerin yakılarak katledilmesini önleyen TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt’tu.
12 Mart 1971 askeri rejimi TÖS’ü kapattı. Yöneticileri tutuklandı ve askeri mahkemede yargılandı. TÖS Genel Başkanı sıfatıyla, TÖS Davası’nın 1 numaralı sanığıydı. Askeri Savcı Fakir Baykurt ve yönetici arkadaşları için 27 yıla varan cezalar istiyordu.
Yargılama uzadıkça uzadı… Genel seçim oldu. Derken hükümet değişti, halkın baskısıyla 1974’de af yasası çıktı. Daha TÖS Davası bitmemişti… İsteseler aftan yararlanıp, kolay yoldan kurtulurlardı. Ama bu yol TÖS’ün aklanması anlamına gelmiyordu.
Tutuklu sanıklar, içerdeki yöneticiler ve savunmanlar bir araya gelip karar verdiler: “Aftan yararlanmayacağız!”
Askeri Yönetime karşı yürekli ve onurlu bir direnmeydi bu. Yargılama sürdürüldü. 2 Numaralı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi sonunda kararı açıkladı:
TÖS Genel Başkanı’na 8 yıl, 10 ay, 20 gün ağır hapis cezası…
Dava Askeri Yargıtay’a gitti ve “Hem asıldan, hem usulden” bozuldu. TÖS Davası beraatla sonuçlandı.
Fakir Baykurt her koşulda direnmeyi ve yazarlık işini sürdürdü. “İçerdeki Oğul” cezaevinde geçen yılların öyküleridir.
Sürgünler, maaş kesim cezaları, tehditler, hapisler Akçaköylü Fakir’in ne bileğini bükebildi ne de kalemini kırabildi… O hem başını, hem de kalemini dik tuttu…
Umudun ve direncin kaynağı
Fakir Baykurt, tüm yazarlık uğraşında, günlük yaşamında olduğu gibi umutludur. Çiçeğinden dikenine, taşından toprağına, karıncasından insanına kadar tüm doğaya bakışı iyimserdir. Bu umut ve iyimserlik toplumdaki ve doğadaki sürekli değişimin yönünü, yolunu, yordamını açıklıkla bilmesine dayanır. “Akan bir ırmakta, aynı yerden iki kez suya girilemeyeceğini” ve suyun her türlü engellemeye karşın akmakta olduğunu gözden kaçırmaz.
Romanlarında, öykülerinde, şiirlerinde ve tüm yazılarında toplumun ve halkın bağrında akan ırmakların kaynaklarını, gözlerini araştırır. Toplumun çok derinlerindeki direnme damarını bulmaya; bu damarı tıkayan büğenekleri aydınlatmaya; o damardan aydınlanmaya çalışır. Bu özelliğiyle Fakir Baykurt tutarlı bir aydınlanmacıdır.
Irazca’dan Kezik’e
Yılanların Öcü’nden Yarım Ekmek’e
Yarım Ekmek, 343 sayfa, 55 bölüm. Adam Yayınları’ndan çıktı. Konu Almanya’ya göç sürecinin insanlarımıza ve Alman toplumuna çok yönlü etkileri.
Fakir Baykurt, birçok yazarın ele aldığı bu konuyu başka bir içerikle işler. Roman genellikle Almanya’nın Duisburg kentinde geçer. Roman kahramanı Burdurlu Kezik Acar, eşinin ölümünden sonra üç çocuğu ile Almanya’ya gelmiş, 12 yıldır Duisburg’ta bir yaşlılar yurdunda bulaşıkçı olarak çalışmaktadır.
Her gelen gibi biraz çalışıp, geçimini güvenceye alabilecek duruma gelince Türkiye’ye dönecektir. Bugün yarın derken yıllar geçer; çocuklar büyür. Oğlu bir Almanla, kızı Alevi genci Haydar ile evlenir. Küçük kızı liseye gitmektedir. Büyümüş serpilmiştir. O da bir gün bir Alman oğlana aşık olur. Onu evinin önünde, sevdiği oğlanla öpüşürken görür. Geri dönme düşleri, evlerinin yakınında akıp duran Koca Ren’e düşer. Artık dönüşü defterden siler. Yirmi yıl önce bir kazada ölen Demiryolcu Mustafa’nın kemiklerini Almanya’ya getirmeye karar verir.
“Kezik Acar … Sekizinde yetim kalan, yirmi sekizinde kocası ölen, ondan sonra hep dul, hep yalnız, yapayalnız kalan Kezik Acar”; yalnızlığını Burdur’daki mezarda yatan Demiryolcu Mustafa’nın düşleriyle paylaşmak ister.
Kolları sıvar, girişir işe. Önce Duisburg Belediyesi’nden Müslümanlar için bir mezarlık yeri ister. Uğraşır didinir. Koparır yedi dönümlük yer. Sonra Türkiye’ye giderler. Mezarlıktan eşinin kemiklerini çıkarıp getirecektir. Bin bir zorlukla kemikler Duisburg’a getirilir, törenle gömülür.
Bu olaylar dizisini sürükleyici bir kurguyla anlatır. Almanya’ya göç sürecinde bu içerikli bir roman ilktir. Türkiyeli insanlar yakınlarının cenazesini türlü zorluklarla köyüne, kentine götürüp toprağa vermektedir. Oysa Fakir Baykurt, bu alışılmış gidişi “Yarım Ekmek”te tersine çevirmiştir: Ölen yakınların kemikleri artık mezardan çıkarılıp Almanya’ya getirilmektedir. Yarım Ekmek’in içeriğini ilginç duruma getiren işte bu alışılmışın tersine olan süreçtir. Aslında bu, göçmen Türkiyelilerin Almanya’ya kesin olarak yerleşmelerinin ifadesidir.
Yılanların Öcü
Fakir Baykurt, 1958 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldığı “Yılanların Öcü”nde Anadolu köylüsünün yoksulluğu, sömürüye, horlanmaya, aşağılanmaya başkaldırısının yolunu yordamını arıyordu. Kabına sığmayan, sığdırılamayan yoksul köylü, ‘50’li yıllarda içgöçe zorlanmıştı. “Irazca’nın Dirliği”, “Kara Ahmet Destanı” içgöç sürecindeki yoksul köylünün yaşamını, yaşama kavgasını, kötü gidişe direncini ele alıyordu.
Bu üçleme romanda başkahraman Irazca idi. “Tırpan”da Uluguş Nine’ydi. “Yarım Ekmek”te ise Kezik’tir. Fakir Baykurt’un tüm romanları göz önüne alındığında ilk akla gelen roman kahramanları kadındır. Irazca, yazarın adıyla özdeşleşmiştir. “Kaplumbağalar”daki Kır Abbas okuyucunun belleğinde, Irazca’dan sonra gelir. Oysa birçok Türk romancısında baş kahramanlar erkektir. Örneğin İnce Memed, Yaşar Kemal’in adıyla özdeşleşmiştir. Bu durum bir tesadüf olmasa gerek. Fakir Baykurt’ta Anadolu kadını direnciyle, kederiyle, sevgisiyle, tutkusuyla; el emeği göz nuruyla yaşamın belirleyicisidir. Anadolu kültürünün derinlerinden gelen bir direnme damarının öznesidir kadın.
“Yarım Ekmek”teki Kezik, özünde Almanya’ya gelmiş Irazca’dır.
Fakir Baykurt’un romanlarında Alevi-Bektaşiler
Baykurt’un romanlarında dikkat çekici bir yön daha var. Yazar Sünni bir aileden gelmesine karşın; birçok romanında değişimin belirleyici gücünü Alevi-Bektaşi kişiler oluşturmaktadır. Örneğin Kır Abbas, Kezik; Alevi inancındaki insanlardır. Bu da tesadüfi değil, bilinçli bir seçimdir. Anadolu’da yüzlerce yıldır aydınlanmanın da toplumsal kültürel ilerlemenin de birçok halk hareketinin de temel güçlerinden birini Alevi-Bektaşi inancında olan toplum kesiminin oluşturmasındandır.
Sanat anlayışı
Fakir Baykurt, ilk romanından son romanına, öykülerinden masallarına kadar tüm yazılarında sosyal gerçekçi sanat anlayışıyla şaşmaz bir tutarlılık içindedir. O, halkın ve Türkiye insanının olumsuzluklarını eleştirir. Köydeki, kentteki, toplumdaki sınıfsal ayrımları, ayrışmaları gözden kaçırmaz. Ama halkı, köylüyü, kentliyi eleştirirken insanları aşağılamaz, “Bunlar adam olmaz!” diye burun kıvırmaz. İnsanların olumlu-olumsuz, iyi-kötü yönleriyle bir bütün olduğunu vurgular; mesele “olumsuzluktan olumluyu, umutsuzluktan umudu bulup ortaya çıkarabilmektir,” düşüncesinin altını çizer.
Gerçekliği sadece kavrayıp anlamaya çalışmakla yetinmez; aynı zamanda anladığı gerçekliği değiştirmek ister. Bu yönüyle de o, tasvirci değil; eylemci ve ilerleticidir. Kendi içinde tutarlı olan bu sanat anlayışı, Almanya’da yazdığı romanlarında, “Yüksek Fırınlar”, “Koca Ren” ve “Yarım Ekmek”te de okuyucuyu umut içinde, ayaklarını yerden koparmadan sürükler götürür.
O, titiz bir dil ustasıdır. Akıcı, sıcak, canlı bir Türkçe okuyucuyu sarıp sarmalar. Dedem Korkut’tan, Yunus Emre’den, nice nice halk ozanı ve destancıdan almıştır elini. Nakış nakış işler yazılarını. Kitaplarının her yeni baskısını dil bakımından yeniden inceler. Cümle cümle, kelime kelime, harf harf elden geçirir. Arıtır, damıtır yazdıklarını. Hiç üşenmez, hiç yorulmaz yazılarını işlerken. Yazarlık uğraşında tam bir adanmışlık, tam bir tutku ile çalışır.
Sosyal gerçekçi sanat anlayışı ile üretilmiş eserleri Türk edebiyatının, Türk dilinin Şaman dualarından beri gelen; bize özgü, ulusal anlatım biçimleriyle örülmüştür. Bazı Türk yazarlarının anlatım biçimi ve konu bakımından umutsuzluğu yücelten, anlamsızlığı göklere çıkartan bazı Batı yazarlarına özenmelerine karşın; Fakir Baykurt, Batı edebiyatını, dünya klasiklerini inceler; ama Türk halkının anlatım özelliklerinden ayrılmaz. Böylece yapıtlarında ulusaldan evrensele ulaşmaya; evrenselden ulusala bakmaya çalışır.
”Yarım Ekmek”in “Alınlık”ında soruyor ve yanıtlıyor:
“Zaten ben Almanya’ya benden önce gelenlerin ardına düşüp niçin geldim? Öykülerini, romanlarını yazmaya değil mi? Tam bunun için. Çünkü yaşamları beni ilgilendiriyordu… Kezik Acar’dan sorumluyum.”
Fakir Baykurt, tüm yazarlık yaşamında sorumluluklarını bir an bile unutmadı. Akçaköylü çocuğun ne bileğini, ne de kalemini hiçbir güç bükemedi, kıramadı. Çünkü o, gücünü kendi toprağından, kendi insanının direnme damarından alır.
“Yarım Ekmek” romanı, Kezik’in ağzından, Seyyit Nesimi’nin “Sofular haram demiş! Hepinize helal olsun!” sözleriyle son bulur.
Biz de yazımızı Fakir Baykurt’un “Yoruldum” şiirindeki sözleriyle bitirelim:
“Yorulmadım hiçbir zaman… Karda kalmış, darda kalmış yolcular için yazmaktan.”
Başarıların yeni başarılarla taçlansın.
Yüreğine, kalem tutan ellerine sağlık…
25 Ocak 1998 / Bochum-Almanya Kemal Yalçın
Not: Bu yazıyı Fakir Baykurt’un sağlığında yazdım. Kendisine verdim. Okudu, düzeltti. “Yayınlayabilirsin,” dedi. Ölümünün 18. yılında hiç değiştirmeden, hatırası önünde saygıyla eğilerek yeniden yayınlıyorum.