Genel Yazılar

Darağacında Üç Fidan

Bugün 6 Mayıs, Deniz’lerin asılışının yıldönümü, 40 yıl önce, yurdunu  ve halkını sevmekten başka suçu olmayan üç yiğit gencin bir bahar sabahı dar ağacında ölüme gönderildiği gün. Ve bugün benim, 21 yaşında iken yüreğimde açılan derin bir yaranın yeniden kanadığı gün, benim kuşağımın yazgısına düşülen kara bir tarih.

Ben 1970 de Siyasal’a başladığımda Dev-Genç içindeki ayrılıklar artık iyice belirginleşmişti. Eğer Ankara’da iseler Deniz, daha çok  ODTÜ de, Mahir ise SBF’de kalıyordu. Bu üniversitelerin yurtları o zamanlar canla başla koruduğumuz kaleler, bir tür kurtarılmış mekanlarımızdı. Gece gündüz nöbet tutulan bu yurtlara faşistlerin yaklaşması, polisin savaş vermeden girmesi olanaksızdı. Polisin hareketlerini frekansları polis telsizine ayarlanmış televizyon kanalından dinleyerek izlenmeye çalışırdık.

 

THKO ve THKP-C’nin kurulması ile birlikte  mekanlar ve  alanlar da belirgin bir biçimde ayrılmıştı. Artık biz sadece arada sırada da olsa Mahir’i, Yusuf’u (Küpeli), Ertuğrul’u, Kazım’ı, Oğuz’u ve diğerlerini görüyorduk.  Biz, SBF öğrenci derneği yönetimine seçilmiş arkadaşların hepsi, “bir tür akrabalık” bağı nedeni ile THKP-C’nin sempatizanı ya da militanı olmuştuk. Liderlerimiz süredir, pek ortalikta görünmüyorlar, daha çok “yeraltında” faaliyet  gösteriyorlardı.  Onların ne yapmayı düşündüklerini, eylem hazırlıklarını ancak 2. elden üstü kapalı olarak duyorduk. Hedefimiz Milli Demokratik Devrim’i gerçekleştirmekti. THKO devrimi kırsaldan başlatarak, şehirlere indirmeyi, THKP-C ise sehirlerden başlatarak kırsala yaymayı doğru buluyordu.

Ve birgün Denizlerin banka soydukları bir bomba gibi patladı.  Devrimi kırlardan başlatmak isteyen THKO’nun Ankara’da böyle bir eylem gerçekleştirmesi bizi şaşırtmış, ama  içimizde Denizler’e yönelik büyük bir hayranlık ve sempatinin uyanmasına yol açmıştı. O, artık bizim de Deniz’imizdi. Sonra Deniz’lerin yarattığı olaylar birbirini kovaladı. Yakalanıncaya değin gözümüz kulağımız onlarda oldu. Yüreğimiz onlarla birlikte attı.

Sonunda Denizler tuklanıp Ankara Ulucanlar ceza evine konuldular. Onlara yemek götürülmesi, diğer ihtiyaçlarının karşılanması görevi, okul kantinini de işleten ve benimde yönetiminde olduğum SBF’in  öğrenci derneğine verilmişti.  Yine onlara yemek götürdüğümüz bir gün, içerden boşalan kaplarla birlikte bir çift de “postal” (askeri çizme)  geldi.  Postalları içerde giymediği için Hüseyin göndermiş ve bizeden birine verilmesini istemişti. Numara benim ayaklarıma uygundu ve belli etmemeye çalıştığım büyük bir sevinç ve onurla çizmeleri alıp koltuğumun altına sımsıkı kıstırdım. Sonra o çizmeleri eskitinceye kadar bir daha ayağımdan çıkarmadım. O çizmeleri taşımak benim için daha daha çok devrimci sorumluluk tasımak, daha devrimci, daha cesur olmak demekti.

Ve 12 Mart 1971 verilen muhtıra ile Süleyman Demirel, şapkasını alıp gitti. Ordu’dan umudunu kesmeyen bazı sol gruplar bunu “Ordu kılıcını çekti” diye selamlarken, ordu içindeki ilerici unsurları tasfiye eden cuntacı generaller kısa bir süre sonra gerçek yüzlerini gösterdiler. Hem sağa hem de sola karşı olduğunu ileri sürerek, sıkı yönetim ilan eden cuntanın gerçek hedefi aslında biz devrimcilerdik.

Mayıs 1971 de, SBF kantininde bulunan silah ve dinamit lokumlarından dolayı yakalanarak, Ankara’da sıkıyönetim Yıldırım Bölge Komutanlığına getirildim. Ardından çıkarıldığım askeri mahkeme tarafından tutuklanarak Mamak Ceza evine kapatıldım. Bu arada Denizler de Mamak Ceza evine nakledilmiş, orada tecrit bir bölümdeki  tek kişilik hücrelere kapatılmışlardı. Beni önce bir-iki öğretim üyesinin ve uyuşturucu kullanmaktan tutuklu Amerikalı askerlerin de olduğu küçük bir koğuşa verdiler. Ertesi gün önce,  kaldıkları bölümde Deniz’in sesini duydum sonra da kendini gördüm. Saçları kısa kesilmiş, sakalı uzamış, oldukça zayıflamış ama boyu sanki daha da büyümüştü.

Iki gün sonra beni  Fakir Baykurt, Sarp Koray, Uluç Gürkan gibi isimlerin ve bir çok örgütlerden karışık tutukluların bulunduğu bir koğuşa verdiler. O koğuşa geçtikten sonra onları ancak uzaktan görebildim; seslerini de yıne türküler  söylerken ya da kızdıklarında küfür ederken duyabildim.

Bir ay kadar sonra yapılan ilk mahkemede, benim tutuksuz yargılanmama karar verildi. O gece  Fakülteden hocamız  prof. Bahri Savcı ile birlikte tahliye edildim. Sokağa çıkma yasağı olduğu için bizi, bir teğmenin refakatinde cipe bindirerek evlerimize bıraktılar.

Mamak’tan çıktığımı duyan herkesin, bana hal hatır bile sormadan ilk bilmek istedikleri şey; Denizler nasıl olduğu ve ne yaptıkları idi? Onları hapishane koşullarında görüp, dışarıya çıkabilen ender kişilerden biriydim.  Bundan onur mu  yoksa üzüntümü duymam gerektiğini bilemiyordum.

 

Duisburg, 5 Mayıs 2010                                     Mevlüt Asar