Uzun yıllar Bremen Dayanışma Korosu´nun yöneticiliğini yapmış olan, değerli Ermeni kardeşim Brenda telefon etti:
“22 Haziran 2002 tarihinde, annemin 91. doğum gününü kutlayacağız. Bu vesileyle dostlarla bir arada olmak istiyorum. Gelebilirseniz çok memnun olurum.” dedi.
Nazik davetini severek kabul ettim. “Brenda” adı, birbirinden güzel mevsimler, birbirinden güzel olaylarla yazılmıştır aklımdaki anı sayfalarına. Telefonu kapatınca, 1986 yılında, Bremen´de yapılan “Ruhi Su´yu Anma Gecesi” geliverdi gözlerimin önüne: Brenda, Dayanışma Korosu´nun başındaydı. Koroyla birlikte, bizleri türkülerden türkülere, dillerden dillere götürüyordu. “Ellerin Kâbe´si var / Benim Kâbem insandır” dizelerini, o gece, beynime, Brenda´nın korosu yazdı. Ne güzel günlerdi o günler! Bazen o güzel günleri arıyorum.
Brenda´yı ziyaret ettiğimde, Anjel Anne ile birkaç kez karşılaşmıştım. Ama oturup uzun uzun, gelmişini, geçmişini konuşmamıştım. Onu ilk gördüğümde, sonbahar yapraklarındaki çiy damlacıklarından birine benzetmiştim. Sözü özlü, yüzü nurluydu.
Gözüm yolda…
Anjel Anne´yi düşünürken, aklıma annem geldi…
Anjel Anne, Fransızcayı ilkokulda öğrenmiş. Beş dili rahat konuşuyor. Benim annem hiç okul yüzü görmemiş. “Kız kısmı netcek okulu, kitabı!” demiş büyükleri.
Akşam saat yedi sularında, Bremen yakınlarındaki bir köyde, küçük bir salonda toplandık.
Anjel Anne, 91. doğum gününün mutluluğu ile gülümsüyor… Ve bizler, Anjel Anne´nin, Ermeni, Süryani, Türk, Arap, Kürt, Alman… Alevî, Sünnî, Katolik, Protestan, Ortodoks, Gregoryan… çocukları, “İyi ki doğdun Anjel Anne!” diyerek, onu kutluyoruz.
Anjel Anne, ayağa kalktı. Biz de ayağa kalktık. Mutluluk kadehini kaldırdı. Biz de kaldırdık. Anjel Anne, gözlerimize baktı. Bir şey konuşmak istiyor sandık. Sustuk. O an bütün dünya sustu. Annemizi dinliyoruz:
An die Freude
Freude, schöner Götterfunken
Tochter aus Elysium
Wir betreten feuertrunken,
Himmlische, dein Heiligthum.
Sevince*
Sevinç, Tanrılar kıvılcımı
Elizyumun kızı, sen,
tavaf ederiz ışıkla sarhoş
Hergün kutsal tapınağını
Tılsımın, büyün bağlıyor yine
Kanunların ayırdığını.
Ve bütün insanlar kardeş olacak
Kanadın nereye gölge verirse.
Beethoven´in 9. Senfonisi´nin müziği, Schiller´in Almanca şiiri ile çınladı salonumuz. Anjel Anne´nin sesiyle dalgalandı yüreklerimizdeki mavi deniz.
“Freude! Freude!” salondan, yüreklerimizden çıktı, evrenin derinliklerine doğru uçup gitti.
“Hepinize teşekkür ederim. Hepinizin mutluluğuna, sağlığına içiyorum, sevinç şarabını!”
“İyi ki doğdun Anjel! İyi ki doğdun Anne! Biz de senin sağlığına içiyoruz, mutluluk şarabını!”
Anjel Anne ise ezberinden söylüyor Beethoven´in senfonisini, Schiller´in “Sevince” şiirini…
Meğer ben, “Anne!” diye elini öptüğüm; sevdiğim, saydığım Anjel Anne´yi tanımıyormuşum. Onun, 9. Senfoni´yi ezberinden söyleyecek kadar kültürlü, eğitimli olduğunu bilmiyormuşum.
İstanbullu Anjel
Ertesi gün, kahvaltıdan sonra, zamanı geldi. Anjel Anne´ye, İstanbullu Anjel´i sordum. Gülerek, nurlu yüzü çiçeklenerek anlatmaya başladı.
O anlattı, biz dinledik…
Sonunda 9. Senfoni´yi bir daha söyledi. 91 yıllık bir ömrü, 91 yıllık şarap gibi içince, onu daha çok sevdik.
İnsan, insanı anlayınca daha çok seviyor, daha çok sayıyor. Tanıdıkça, anladıkça Anjel Anne, sadece Brenda´nın annesi olmaktan çıkıyor, hepimizin annesi haline geliyor. Hatta kimimizin hem anneannesi, hem babaannesi oluyor… Anjel anne, hem benim annem; hem de Alman Klaus´un, Arap Cevdet´in, Kürt Yayla´nın, Yozgatlı Ermeni Murat´ın, Hataylı Hülya´nın, Burdur´lu Fahriye´nin annesi… Kemancı Koray´ın hem anneannesi, hem babaannesi… Saymakla bitmez.
Belki onu siz de merak etmişsinizdir. Anjel Anne, bir de size anlatsın kendini. Belki, siz de “Anjel Anne” diyeceksiniz ona…
Su gibi akıp giden yıllar
İstanbul bir başkaydı o zamanlar. Doğup büyüdüğüm Kurtuluş semtinde, benim çocukluğumda Rumlar çoğunlukta, Ermeniler azınlıktaydı. Hemen hemen hiç Türk yoktu.
Annemin adı: Hayganuş´tu. “Tatlı, güzel Ermeni kızı” demektir. Adı gibi dünya güzeli bir insandı. Saç örgülerini ve gözlerini hatırlarım “Hayganuş” denince.
Annemi 1952´de kaybettim…
Babamın adı ise Mikael. Bunun anlamı da “Başmelek Mikael” demektir. “Nord-Stern” adlı bir Alman firmasında çalışırdı. Babamdan kulağımda bazı sesler kaldı. Sokakta tanıdık bir Türke rastlayınca selamlaşır: “Hemşeri uğur ola! Ne tarafa!” derdi.
Annem de babam da iyi insanlardı. Bilgiliydiler, görgülüydüler…
Birinci Dünya Savaşı başladığında dört yaşındaydım. Bittiğinde sekizimdeydim. Savaşın yokluklarını, zorluklarını çocuk aklımla iyi hatırlarım. Anadolu´da Ermenilerin başına gelen felaketi görmedim. İstanbul´da katliam olmadı. Aile içindeki anlatılanlardan, yaşayanların anlattıklarından o felaketi yaşamış gibi oldum.
Dört kardeştik. Üç ağabeyim vardı. O felaketin korku bulutu, yöneticilerin bize karşı duydukları güvensizlik hiç üzerimizden kalkmadı.
En büyük Ağabeyim Harutyun, Amerika´ya gitti başını kurtarmak için. Ortanca ağabeyim Kapriyel, Arjantin´e gitti. Bir daha geri dönmedi. Agop Ağabeyim, askerlikten korktu. Romanya´ya uçup gitti. Teyzem Kahire´ye gitmiş, bir damla huzur bulabilmek için.
İlk eşim Arşak, Kanada´ya gitti. Bir daha dönmedi.
Giden gitti…
İstanbul´da kimim kimsem kalmadı. Kanadı kırık Turna kuşu gibi yapayalnız kaldım özyurdumda.
Yalnız yaşanmıyor. Ermeni olarak yaşamak zorlaşmıştı İstanbul´da. 1985´de, ikinci eşim Vartkes ölünce, kızım Brenda´nın yanına, Bremen´e geldim.
Çocukluğumda bir başkaydı İstanbul
İlkokulu Fransız okulunda bitirdim. İtalyanca kursuna katıldım. Rumlarla içli dışlıydık. Rumca mahallemizin diliydi. Çocukluktan öğrendim Rumcayı. Türkçe, Türkiye´nin dili oldu. Anadilimden çok Türkçe konuştum.
Dokuz yaşımda müzik eğitimi almaya başladım. Konservatuvara gidiyordum. Eski bir keman satın alıverdi bana babam. Her gün iki saat keman çalışırdım.
Sesim çok güzeldi.Şan dersleri aldım. Madam Rosental´in öğrencisiydim. Mamigonyan´ın yönettiği koroda 9. Senfoni´yi söyledim.
Hey gidi günler hey!
Çok güzeldim. Cazibeliydim. Her gören erkek bana aşık olurdu.
Günlerden bir gün koroda 9. Senfoni´yi söylerken, Arşak beni görüp aşık olmuş.
9. Senfoni´nin hatırası büyüktür benim hayatımda.
9. Senfoni, aşktır, sevgidir, mutluluktur benim için.
9. Senfoni, gençliğimin Pangaltısı; güzel yıllarımın İstanbul´udur benim için…
Arşak, aşk arıyormuş. Bende buldu. Ben de Arşak´ta buldum dünya güzelliklerini.
1935´in başında evlendik, sonunda oğlum Serj Kirkor´u dünyaya getirdim. Yaşım yirmi dörttü… Sonra kızım Brenda geldi dünyaya.
Bir kız, bir oğlan annesiydim. Arşak, İstanbul´un meşhur Ermeni ailelerinden Jamgoçyanların oğluydu. Kayınpederim çok zengindi. Kuzine Sobaları imal ediyordu. Pangaltı´da büyük bir soba satış dükkanları vardı. Eminönü´ndeki Büyük Postane´nin arka tarafındaki beş katlı büyük iş hanı kayınpederimindi. Şimdi ne oldu acaba o hanlar, dükkanlar?
Arşak, iyi insandı; hoş insandı, ama birlikte yaşaması çok zor bir insandı.
Aşk, bir ateştir, zamanla söner. Gerçek sevgi ise, zamanla olgunlaşır.
Sonunda iş olacağına vardı; ayrıldık birbirimizden.
Önceleri nakış işleyip satardım. Sonra Tünel´de Kodak şirketinin büyük bir mağazası vardı. Orada işe girdim. Hayatta, ne oldum dememeli, ne olacağım demeli insan. Hayatta her şey gelir insan başına.
Karagün kararıp kalmaz
Kodak Şirketi´ne giderken tramvay durağında biri beni takip etmeye başladı. Baktım, genç bir adam. Bir gün “Ne istiyorsun benden?” dedim. Beni görür görmez tutulmuş. Aşık olmuş! “Olmaz! Olamaz!” dedim. “Ben iki çocuk annesiyim. Sen daha gençsin, bekarsın. Her şey dengi dengine olmalı.”
Ne dediysem, dinletemedim. Adı: Vartkes idi. Peşimi bırakmadı. Beni unutsun, elinden kurtulayım diye, Arjantin´e, Kapriyel Ağabeyimin yanına gitmeye karar verdim. Gemiyle bir ayda gidiliyordu Arjantin´e. 1954´ü 1955´e bağlayan gece Cenova´daydım.
Vartkes, adresimi nereden öğrendiyse öğrenmişti. Gemimizin uğradığı her limanda bir tomar mektup geliyordu Vartkes´ten. Arjantin´de yedi ay kalıp İstanbul´a döndüm. Ayrılmak mümkün değildi. 1955 yılında Vartkes’le evlendik. Çok mutlu oldum. Vartkes, kültürlü, olgun bir insandı. 1985 yılında erkenden uçup gitti bu dünyadan…
1970´de ağabeyimi görmek için Romanya´ya gittim. Darma dağınık olduk. Sanki korkunç bir fırtına esti, kopardı bizi kökümüzden, dünyanın en uzak köşelerine attı.
18 yıl oldu Almanya´ya geleli. Amerikadaki oğlumu, en son 16 yıl önce görmüştüm.
Özlüyorum oğlumu, ağabeylerimi, akrabalarımı…
Özlüyorum İstanbul´u. Özlüyorum yurdumun havasını, suyunu.
Birkaç sefer gittik İstanbul´a. Her gidişimde hatıralarımın bir bir yok olduğunu gördüm. Her geçen sene, benim için İstanbul biraz daha küçüldü, Bremen biraz daha büyüdü.
Sizler varsınız burada. Sizlerle mutlu oluyorum. Hayatta mutlu olmasını bilmeli insan.
Haydi! Birlikte söyleyelim mutluluk ve sevinç şarkısını:
Freude! Freude!
Seid umschlungen, Millionen.
Diesen Kuss der ganzen Welt.
Brüder – überm Sternenzelt
Muss ein lieber Vater wohnen.
Milyonlar! Koşunuz, kucaklaşınız!
Bütün dünyanın öpüşüdür bu.
Kardeşler! Bu yıldızlı kubbe üstünde
Durmalı sevgili, ulu Tanrınız!
Kim ki bir dostun dostu olmanın
Mutlu bahtiyla bahtiyar ise.
Kim erdemli eşi bulduysa
Katsın sevincini sevincimize.
Sevinçtir içtiği her yaşayanın
Tabiat ananın ak memesinden.
Toprakta her varlık, iyi ve kötü,
yürümede onun izinden.
Extertal, 01 Ocak 2003
* Friedrich von Schiller´in (1759-1805) “An die Freude” adlı şiirinin Türkçesi, Tercüme dergisinin, 19 Mart 1946 tarihli, Şiir Özel Sayısı´ndaki, Selâhattin Batu´nun çevirisinden alınmıştır.