Sistematik Felsefe dersinde “insanın kosmosdaki yeri” konusunu işledik.Nir insan seliyle yüz yüze geliverdim. Şehzadebaşı’ndan Beyazıt’a doğru giden cadde ağzına kadar dolu. Günlerden 16 Haziran 1970.
Siyah önlüklü kadınlar, mavi tulumlu işçiler… Kiminin elinde daha yenile kırılmış, yeşil yapraklı kocaman dallar; kiminin elinde büyük anahtarlar, demir çubuklar, levyeler… Bazıları ayakkabılarını bağcıklarından boyunlarına asmış, yalınayak yürüyor cayır cayır yanan asfaltın üstünde…
“Hükümet istifa, gençler buraya!”
Daha 16 Haziran 1970 gününde bile okula gidecek kadar derslerine sadık, okulcu bir gencim. Ama o an düşünmeye vakit yok. Sel beni, ben seli kucaklıyorum.
Yürüyen, haykıran insanlar olduklarından daha büyük geliyor gözüme. Yanıbaşımda pankart taşıyan mavi tulumlu işçinin eli yüzü ter içinde. Edebiyat Fakültesi’nin mermer merdivenleri üstünde bekleşen gençlere doğru haykırıyor:
“Gençler buraya, hükümet istifa!”
İnsan seli önüne çıkanı, kıyılarda duranları da içine alarak akıyor. Arkalardan insan seslerini de bastıran acayip iniltiler, motor gürültüleri geliyor. Yanıbaşımda yürüyen, sağ elinde kocaman yıldız anahtar bulunan işçiye soruyorum:
“Ne sesi bunlar?”
Yüzünde büyük bir ciddiyet var. Korkusuz bir ses tonuyla yanıtlıyor:
“Tankların sesi! Topkapı’dan bu yana iki sefer aştık asker barikatını!”
Bayazıt’a yaklaşıyoruz. Yürüyüş kolunun başı sonu görünmüyor. Arkalardan gelen tankların motor ve palet seslerini, binlerin “Bağımsız Türkiye!”, “Hükümet istifa!” haykırışları bastırıyor. Önümüzdeki safta yürüyen kara önlüklü, şişmanca, orta yaşlı bir kadın işçi “Bağımsız Türkiye!” diye bağıranlara biraz öfkeli olarak;
“Biz buraya �Bağımsız Türkiye!’ diye bağırmaya mı geldik?” diye soruyor.
“Sen de bağır, bağımsız Türkiye olmadan ekmeğimiz büyümez!” cevabını yetiştiriyor birisi.
“Bağımsız Türkiye!” ile inliyor Beyazıt Meydanı.
Sultanahmet’e doğru yürüyor binlerce ayak, göz, beyin, kulak. Ama tek bir yürek atıyor. Yıkmadan, yakmadan, gücünü, öfkesini dizginliyerek…
Çarşıkapı yanlarındayız. Dükkanların kimisi kepenklerini indirmiş. Genç işçi kadınlardan kimisi ellerini cama dayayarak konfeksiyon mağazasının vitrinine bakıyor.
Diğer bir işçi hemen uyarıyor onları:
“Arkadaşlar! Vitrinlere dokunmayın! Çapulcu değiliz biz!”
Kaldırımlardan, evlerin, hanların, iş yerlerinin pencerelerinden ilgiyle, sevgiyle bakıyor insanlar. Sevecen, gururlu ışıltılar gidip geliyor yürekten yüreğe! İşçiler deri önlüklü ayakkabıcıları, kalfaları saflara çağırıyor. Kimisi ikircikli, kimisi çekingen. Mavi tulumlu, elinde yeşil bir dal tutan işçi, bir tutam gül, bir demet karanfil sunarcasına dillendiriyor düşüncesini:
“Bugün yürümezseniz, hiç yürüyemezsiniz! Gel kardeşim, gel!”
Tartışmaya, derin derin düşünmeye vakit yok! Nehir akıyor… Biri önlüğünü çıkarıp yanındaki boynu bükük durana uzatıyor. Önce gözleri ve yüreği; sonra da kendisi bizim safın ucuyla birleşiyor. Öyle kükremiş bir sel ki akan, akışı içinde temizliyor kendini. Akarken duruluyor, öğreniyor, öğretiyor, sivriliklerini gideriyor…
Sloganları haykırarak, kendi gücümüzün büyüklüğünü hayretle, kıvançla farkederek Sultanahmet’e doğru ilerliyoruz. Sesimiz yavaşladığında arkalardan gelen tankların palet gıcırtıları kulakları yalayıp geçiyor. Yerebatan Sarayı kavşağında sola dönüp Cağaloğlu’na yöneliyoruz…
Önlerde kaynaşma var. Arkamızdan gelen tankların iniltileri bir ara kesilir gibi oldu. Şimdi önlerden geliyor sanki! İnsan denizi dalgalanıyor. Sloganlar daha da yürekten haykırılıyor. Dallar, demir çubuklar, anahtarlar, levyeler, bayraklar daha canlı, daha hırslı sallanıyor. Nehrin önü gerilmiş gibi, önden önden geliyor dalgalar. Güneş tepemizde. Mevsim gündönümüne yakın. Gündönümü sıcağı kavuruyor ortalığı. Kadınların öfkeleri ateşleniyor sanki! Önlerde daha çok kadınlar haykırıyor gibi…
Emekli Sandığı’na doğru yaklaştıkça, tankların motor gürültüleri, palet gıcırtıları da bize doğru yaklaşıyor. Emekli Sandığı’nın önüne, Divanyolu ile Bab-ı Ali Caddesi’nin kesiştiği noktaya geliyoruz. Omuz omuza, göğüs göğüseyiz.
Tanklar yolu kesmiş! Kör ve sağır çelik yığını halindeki bir tank, akan insan nehrinin yatağındaki son gediği de ağır ağır ilerliyerek kapatmak üzere…
Zaman bildiğimiz zaman dağil değil artık. Dakikalar bir yıl, saliseler bir saat uzunluğunda! Tankla burun burunayız! Yüzlerce el çelik paleti tutuyor. Tankın üstünde askerler. Ellerinde silah! Parmakları tetikte. Palet kayıyor elimizin, tırnaklarınmızın altından. Yol kapanmak üzere! Kara önlüklü bir işçi kadın attı kendini tankın önüne!
“ÇİĞNE BENİ, ÇİĞNE!!!”
Bir an duraksıyor tank. Saliselik bir süre. İşçiler uçtu mu, sıçradı mı, şahlandı mı? Elleri tetikteki askerlere sarılıveriyorlar. Kara önlüklü genç kadın paletin önünde. Şimşek gibi bir kadın sesi:
“ÇİĞNE BENİ, ÇİĞNE!!!”
Yüzlerce el, paleti tutmuş. Tırnaklarımı çeliğe batırıyorum! Tırnak, çelik palete batar mı? Batar! Kara önlüklü genç işçi kadının ölmemesi, ileriye akan hayat suyunun durmaması için insan tırnağı çeliğe batar!!! Gözlerim çeliğe batan insan tırnaklarını gördü! Kendi tırnaklarımın çeliğe battığını gördüm! Çelik yumuşak, ölüm korkaktı o an!
Tankı aştı işçiler. Tank, selin ortasında kalan karataş gibi zavallı. Geri geri gitmeye başlıyor. Önümüzdeki tanktan duvar yıkılıyor. Kara önlüklü genç işçi kadını yerden kaldırıyor nasırlı eller. Ayakta! İki eli iki yumruk. Tanka vuruyor, askerlere sallıyor. Haykırıyor. Binler haykırıyor.
İnsanın insanla, insanın kendisiyle haklı bir dava için bütünleştiği, yüreklerin tanklardan büyük olduğu o müthiş an!!!
Cağaloğlu Yokuşu’ndan aşağıya, denize doğru, bendini yıkmış seller gibi akıyoruz. Topkapı’dan, Surdışı’ndaki fabrikalardan toplanıp gelen, Şehremeni’de asker barikatını; şimdi de tanktan duvarı yarıp geçen işçilerde, insanlarda heyecan, coşku, sevinç…
Yaşamın baharlandığı bir an!
Kimileri, “Ordu-gençlik el ele, milli cephede!”, kimileri “asker işçi el ele!”, kimileri de “Yaşasın ordu!” diye bağırıyor.
Bir işçi derhal taşı gediğine koyuyor:
“Nerede el ele? Görmüyor musun tanklar nerede?”
Tepemizde alıcı kuşlar gibi uçaklar dolanıyor. Bazıları yumruklarını sallayıp, küfrediyor onlara.
Cağaloğlu Yokuşu, ağzına kadar dolu.
İstanbul Vilayeti önünden geçiyoruz…
İşçilerden biri gülümseyerek:
“Tankları aştık, Vilayet’i de alıverelim!” diyor etrafındakilere.
“Haydi alıverelim!” cevabını veriyor işçiler gülümseyerek, alıvermenin kolay olmadığını bilerek…
Eminönü’deyiz…
Taksim’e ulaşmak için Galata Köprüsü’ne dönüyor nehrin yönü… Sağımızda deniz, solumuzda sıra sıra, kat kat binalar. Üstümüzde uçaklar. Arkamızda tanklar. Önümüzde Galata Köprüsü. Fakat Köprü açılmış!
Köprü girişinde kol kola girip, gelenlere “Köprü açılmış! Unkapanı yönünde ilerleyin!” deniliyor. Söyleneni pek duyan yok! Göğüsleyip koparıyorlar kol kola oluşturulan insan zincirini ve açılmış Köprü’yü kendi gözleriyle görüp, türkürüyorlar denize, Köprü’yü açtıranların yüzüne doğru…
Haziran güneşi yakıyor ortalığı…
Unkapanı’na doğru ilerliyor yürüyüş kolu. Unkapanı Köprüsü de açılmış. Bozdoğan Kemerleri’ne dönüyor insan seli.
Tekel binası önünde duraksıyoruz. Çoğunluk oturuyor asfaltın üstüne. Biraz yorgunluk, biraz da gevşeme var ortalıkta. Bir müddet sonra, yaşlıca bir işçi kadın ayağa kalkıyor. Ellerini kollarını sallıyarak soruyor:
“Biz buraya oturmaya mı, yürümeye mi geldik?”
Oturanlar ayağa kalkarak veriyorlar cevabı:
“YÜRÜMEYE!”
Yeniden canlanıyor insanlar.
Bozdoğan Kemerleri’nin altından geçip Fatih’e yöneliyoruz. Caddenin iki yanındaki apartmanların pencerelerine çıkmış insanlar merakla, sevgiyle bakıyor başı sonu görünmeyen coşkun insan seline. Kimi el sallıyor, kimi alkışlıyor.
Asker ve tank barikatlarını yarıp geçerek yürümenin; kaldırımlardaki pencerelerdeki insanlar tarafından alkışlanmanın, karşılıklı alkışlarla selamlaşmanın tadı, zevki, gururu bambaşka!…
Böylesine unutulmaz, insanın ve toplumun bilincine, yüreğine işleyen büyük bir günün heyecanı, mutluluğu, onuruyla Edirnekapı’dan İstanbul’a, dünyaya, kendi alemimize dağılıyoruz.
36 yıl sonra
Dün gibi, bugün bibi aradan 36 yıl geçti. Türkiye işçi sınıfı, Türkiye halkı birçok ateş çemberinde geçti, geçiyor o büyük günden bu yana… Ben de geçtim o ateş çemberlerinden…
Umudumun daraldığı, kendimi yalnız hissettiğim; tuttuğum dalların elimde kaldığı anlar, günler de oldu, oluyor da…
Dünyanın ve insanlığın sonsuz bir bahar yaşayacağı sömürüsüz, sürgünsüz, zulümsüz; özgür ve kardeşçe yaşanacak güzel günlere ve bu güzel geleceği yaratma düşüne, düşüncesine, uğraşına gölge düşürüldü, çamur atıldı, atılıyor. Hatta bu güzel ideallerle yaşayan insanlar küçümseniyor artık…
İnsan soluduğu toplumsal havadan ister istemez etkileniyor. Ben de etkileniyorum. Bazen öyle anlar oldu ki, içimdeki şeytan umudumu kırmaya, dünyamı karatmaya yeltendi. “Bırak artık insanları kurtarmayı, kendini kurtarmaya bak!” dediği anlar oldu.
İşte o anlarımda, 16 Haziran 1970 günü, Emekli Sandığı önünde, yolumuzu kesmek isteyen tankın önüne kendini atıp, “Çiğne beni, çiğne!” diye haykıran o kara önlüklü genç işçi kadın yanıma gelir; sevgiyle, umutla yüzüme bakar:
“Biz o gün boşuna mı yürüdük? Ben kendimi tankın önüne boşuna mı attım? Tırnaklarımızı çelik paletlere boşuna mı geçirdik? Tankları aşıp geçen biz değil miydik?” der. Sıcacık elleriyle okşar ellerimi! Gözlerine bakarım. Aydınlanır dünyam. Güneş o günkü gibi sıcak ve pırıltılarla gülümser bana.
“Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan!” der yüreğim, beynim.
O kara önlüklü genç işçi kadınla yürür giderim insanlığın sonsuz baharına doğru…
Not:
O gün tankın önüne yatarak, hayat suyunun akışını sağlıyan, kara önlüklü o genç işçi kadınla konuşmak istiyorum. Tanıyan, bilen, gören var mı? Lütfen bana bildiriniz.