Fakir Baykurt benim ustamdı, öğretmenimdi, ağabeyimdi. O Burdur-Akçaköylü, ben Denizli-Honazlıydım, Isparta Gönen Öğretmen Okulu’nda okumuştuk. O benden 24 yaş büyüktü. Türkiye’den tanışıyorduk. Almanya’da 1987-1999 yıllarında Fakir Baykurt’un kurup yönettiği Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu ve Duisburg Edebiyat Kahvesi’nin üyesi olarak toplantılarda ve günlük hayatta sık sık görüşür, konuşurduk. Fakir Hocam beni her zaman destekledi, roman yazmaya teşvik etti, yazdığım romanları denetledi. Bana yol yordam gösterdi. “Geç Kalan Bahar” adlı şiir kitabıma önsöz yazdı. Fakir Hocam’ı saygı, sevgi ve şükranla anıyor, 26 yıl önce yazdığı önsözü bir hatıra, bir belge olarak yayınlıyorum. Bochum, 23.9.2020, Kemal Yalçın
Fakir Baykurt’un önsözü: SEVİ ŞİİRLERİ
Arkadaşım Kemal Yalçın, yeni yapıtı “Geç Kalan Bahar”da yaşamın bir büyük yanı olan, her zaman olan, çok şükür olacak olan sevi üstüne şiirlerini topluyor. Kitap sayfalar boyu, baştan sona bunlarla dolu. Onun ilk yapıtı “Sürgün Gülleri”nden sonra böyle bir yapıtla çıkıp gelmesine sevindim.
Şairlerin çoğuna zaman zaman bir yanlışlık egemen oluyor: Halkın ve yurdun durumunu iyileştirme yönünde savaşım ön alıyor; “Sevgiye vakit yok, öyleyse şiir de yok!” diye düşünüyorlar. Bunu tam böyle söylemiyorlar, ama böyle anlıyoruz. Seviyi bir küçümseyiş, görmezlikten geliş var. Sanki insan halkı ve yurdu için savaşımdayken seviden kesilirmiş gibi..
Kemal Yalçın bu önyargıların üstüne basıp geçmiş.
Tut beni
Uçuyorum
dedirten bir kendinden geçişle, sere serpe, sevi şiirleri söylüyor. Gerçekte insanın davasıyla sevdası öyle kolayca ayrılır mı? İnsanın hem zıtlık, hem uyum dolu özellikleri içinde sevi ile davası aynı zamanda sarmaş dolaş yürümez mi? İnsanın seviye verdiği gücü savaşım için yitik sayan düşünüş, seviden gelen gücün savaşıma katkı olduğunu bilmiyor. Kemal Yalçın’ın sadece sevi şiirleri yazmasına değil, sevi ile savaşımı, dava ile sevdayı bir uyumda, bütünlükte görmesine de sevindim.
Kitabının anlamlı adı “Geç Kalan Bahar” ile birlikte, her şiirin altında yazılı tarihler, yer adları, özel yaşamdan bazı haberler veriyor belki. Ne gerek var; şairin özel yaşamı, sanatsal, toplumsal yaşamından hangi çizgiyle ayrılır ki? Şair “ben” derse sadece kendini mi der? Sanatın bütün insanı, hatta insanlığı söylemsi için ille “biz” demesi mi gerekir? Kendini de herhangi bir insan gibi betimleyen büyük sanatçılar her zaman olmuştur. Şairler, yazarlar, deneme yazarları geleceğe iletilerini “ben” ile yollamıştır çoğunlukla.. Onlar “ben” derken “biz”i dile getirir. Kemal’in şiirindeki “ben”den insanlığın “biz”ine hiç zorlamadan geçiyoruz. Bundan ötürü onun sevi şiirlerini önemsedim.
O şiirlerini yaşıyor, seviyor, savaşıyor olmaktan sevinç duyarak, yer yer coşarak, şaşarak, büyük mutluluk duyarak söylüyor. Öğretmen olarak işçi çocuklarının ödevini düzeltirken de, açıkgöz Almanların, bizim gözüyumuk geçmiş yöneticilerden aşırdığı Zeus Sunağı’nın geri alınmasına, her gün can alan savaşa, hem de yüzyılların Türk-Kürt kardeşliğini yıkan yanlış politikalarla savaşıma, bu alanda kardeşlik çağrılarına kadar her çabanın içinde karınca kararınca çalışırken de seven bir yüreği var onun; o yürekle yazıyor şiirlerini.
Şiirin yürekle yazıldığını söylemek yanıltıcı da olabilir. Sevi şiirleri de savaşım gibi elbet yürekle yazılır, ama aynı zamanda sözcüklerle, imgelerle, şairin kendi üretimi duyuş ve düşünüşlerle yazılır, öyle değil mi? Sanırım şairin dili en çok burada söz konusu edilmelidir. Yürek var ama dil yok; neye yarar? Yürek seviyor ama dil bayatın bayatı; düşünüşler beyliğin beyliği; dizeler ölü, sayfalar soluk alıp vermiyor; neye yarar? Böylesine yalınkat bir şiirin dünyaya, insanlığa ne yararı olur? Büyük şairlerin yaşadığı geçmişte böyle olmayan şiiri bugün getirip bir boyutsuzluğa kapamak neyin nesi? Kemal de bunun ayırdında, o yüzden Doğu’nun Batı’nın büyük ustalarına çıraklığını epey uzun tutmuş.
Dışarda karanfil goncası bir bahar
Dışarda cıvıl cıvıl çocuklar kuşlar
Dışarda dolu dizgin dönüyor alem
Dışarda gürül gürül ırmaklar
İçimdeki dünya sığmıyor dünyaya
İçimde püsküren volkanlar
İçimde güz fırtınası
İçimde yalnızlığın yıldızsız boşluğu
Dokunsam yakacağım denizi
Dokunsam eriteceğim çeliği
Yalnızca sensin yetişemediğim
Yetişip dokunamadığım
Dokunup eritemediğim
Eritip yeşertemediğim
Yeşertip yaşayamadığım
Kemal Yalçın’ın şiirlerinde öbür şairlere ders vermeye yeltenmeyen alçak gönüllü duruşu sevdim asıl. O işine bakıyor. Seviyor, çalışıyor, savaşıyor, şiirini yazıyor. Bir değil kaç kez elden geçiriyor dizelerini. Şiiri şiir yapabilmek için her türlü sorunla, başta fazlalıklar sorunuyla sürekli boğuşuyor.
Denizli’nin güzel Honaz kasabasından çıkıp yürümüş, bir zamanlar Köy Enstitüsü olan Isparta-Gönen’de okumuş, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde yüksek öğrenimini tamamlamış olan bu aydın alınlı köy çocuğunun, köyünden kökeninden kopmak şöyle dursun, ondan güç alan, topraktan getirdikleriyle kitaptan öğrendiklerini birleştiren, hangi şiirine baksan çocukluğunu ele veren, kiraz derken, göz derken anasının eteğini tutan, çifçi babası ile felsefe hocasını yanında duyumsayan halini sevdim. Bereketli Honaz toprağı şu anda sadece Türkiye’nin değil belki dünyanın en güzel elmalarını, kirazlarını veriyor. Tüm bu güzellikler Kemal’in şiirlerinde yeni güzelliklere dönüşüyor. Denizli çarşısını anlatan dizelerini okurken derimin üstünden gelin böceği yürüdü sanki; öyle sevindim.
Honaz’da kirazın türleri “gözüme” sözüyle adlanır. Kendisine bir sitemim var; arkadaşlığımız hatırına bir kez olsun “gözüme” sözü geçirmemiş şiirlerinde. Biraz üzüldüm. Belki gene de o haklı, “gözüme”yi yöresel buldu. Belki bir gün yöreselin ucunun nerelere kadar vardığını da düşünecektir; şairin işine karışılmaz.
Üzülerek belirteyim, bizim, özellikle de doğu düzenlerinin en çok yaptığı da şairin işine karışmaktır. Onun eleştirisi ile, taşlamasıyla, muhalefetiyle dünyaya, insanlığa ne büyük ışık tuttuğunun ayırdına varmadan, şairi izlemeye, sorgulamaya kalkmak, demokrasinin, hoşgörünün yerleşmediği, dolayısıyla işlerin iyi gitmediği ülkelerde tarihten beriye sürüp gelen bir hamlık, daha doğrusu bir hastalıktır.. Demokrasinin yerleştiği, işlerin iyi gittiği ülkelerde şair cezaevine kapatılmaz, şair sürgüne yollanmaz, yurttaşlıktan çıkarılmaz, öldürülmez. Bunlar olmuşsa da yüzyılların, uzun yüzyılların ardında, belki de söylencelerde kalmıştır artık.
Boynu yoksulluktan bükük, burnu hoşgörüsüzlükten tıkalı ülkerde şair, çile içinde yaşamayı sürdürür. Kemal Yalçın’ın ilk yapıtı “Sürgün Gülleri” de bundan payını almış, büyük para ve hapislik cezası istemiyle koğuşturmaya uğramıştır. Üzülerek açık konuşayım, Türkiye’nin Batı değerlerine yetişmek istediği bir dönemde, kitaplarından ötürü doçentler altın yıllarını cezaevinde geçirirken, profesörler hapis ve para cezasına çarpılırken, şu çağda olur iş mi, şiir kitapları da koğuşturmaya uğruyor. Bunu yıldırmacılıkla, terörle savaşım adına yapıyor devlet.
Şiirin yıldırmacılığa arka çıktığını düşünemiyorum. Şairin yıldırmacılığa devlet gibi bakmasını da gerekli görmüyorum. Özellikle şiirin tarihi gösteriyor, yıldırmacılığı onun serptiği ışık, ürettiği sevgi, onun yaptığı eleştiri keser bitirir. Bu yüzden de şiir devlete muhaliftir.
Kaç yüzyıl sonra da Eflatun haklı: “Devleti filozoflar yönetmeli. Yada yöneticiler filozof olmalı.” Eskinin dar görüşlü, yıldırmacı sultanları şairi sindirmez. Gerçek şair şiir söylemeyi her koşul altında sürdürür. Yapıtlarıyla Kemal Yalçın’nın bu tür şairler öbeğinde yer almasından, nasıl anlatayım, arkadaşlıktan başka, bir kardeş mutluluğu duyuyorum.
Duisburg, 27 Ocak 1994 Fakir BAYKURT
Geç Kalan Bahar
sevgi şiirleri
Ortadoğu Yayınları
- Baskı, Nisan 1994, Oberhausen
ISBN: 3-925206-81-7
İsteme adresi:
Fiyatı: 10,-€ + posta masrafı