Eğitim

Almanya’da Türkçe Anadili Eğitimine Emek Veren Brenda Başar

1986 yılında, Bremen´de, Schauburg Sineması´nda “Ruhi Su´yu Anma Konseri” vardı. Salon ağzına kadar doluydu. Geç gelenler yer bulamamıştı. Açılış konuşmasını Bremen Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Klaus Liebe-Harkort yaptı. Perde açıldı. Bremen Dayanışma Korosu sahnede yerini almıştı.

Sonra sakin, güvenli, ciddi adımlarla koro yöneticisi yerini aldı. Adını sonradan öğrendim. “Brenda!” dediler sadece. İlk kez görüyordum.

Koro birbirinden güzel türküler söyledi. Brenda coşuyor, coşturuyordu. Koro ile birlikte türküden türküye uçar oldum. Bu türküleri daha önce de duymuş, kimini kendim de söylemiştim. Ama Bremen Dayanışma Korosu tüylerimi diken diken etti. Sadece söylemiyor; yaşıyor, yaşatıyordu.

Kaç türkü söyledi? Hangi türküleri söyledi? Aklımda kalmamış. Ama “Allı Turnam” yüreğimi dağlayıp geçmişti. Yüreğimde açtığı sızıyı şu an bile hissediyorum. Sonra:

“Dervişlik baştadır, taçda değildir

Isılı oddadır, sacda değildir.

Ararsan Mevla´yı kendinde ara

Kudüs´te, Mekke´de, Hac´da değildir.” dedi Koro.

Sonra: “Benim Kâbem insandır!” dedi Koro.

Brenda, koronun başında, Ana Tanrıça Kibele gibiydi.

Ruhi Su´yu Anma Gecesi´nden bu yana 16 yıl geçti. Birçok ayrıntıyı unuttum. Dışarıda hava nasıldı? Yanımda kimler vardı? Brenda´nın elbisesinin rengi neydi? Bilmiyorum, aklımdan silinmiş. Ama söylenen türkülerden iki dize, beynime yer etti. Bana yol gösterici birer deniz feneri; dünyamı aydınlatan bir güneş oldular; “Ararsan Mevlâ´yı kendinde ara!” ve “Benim Kâbem insandır!”

Derste, yolda belde, gecede gündüzde bazen bu dizeler aklıma; Brenda ve Bremen Dayanışma Korosu gözümün önüne gelir. Sesler kulağımda çınlar. “Sağ olasın Brenda! Sağ olasınız Dayanışma Korosu!” derim. İçim ferahlar…

O yıllarda Brenda´nın milliyetini, memleketini sormak hiç aklıma gelmemişti. Koro yönetimindeki coşkusunun nedenini anlayamamıştım.

16 yıllık uzun bir aradan sonra, bu bölümü yazmak için konuşunca Brenda´yı anlayabildim.

Brenda´ya Brenda´yı sordum.

“22 yıl Türkçe öğretmenliği yaptın. Bremen Üniversitesi´nde, `Yabancılar İçin Almanca Bölümü´nde Türkçe Dersi verdin. Bremen Eyaleti´nde Türkçe Anadil Derslerinin okullara konmasında çok emeğin geçti. Çok sağ ol! Sen kimsin? Bunca özveriyi niçin yaptın? Para için yapmadın herhalde…”

Ben müziği severim. Konuşmayı pek sevmem, ama anlatayım. Beni bana soruyorsun. Bunu cevaplamak biraz zor. Önce hemen belirteyim. Türkçe Anadil Dersleri için uğraşlarımı para için yapmadım. Para için olsaydı, tercümanlık yapardım. Öğretmenlikten çok daha fazla kazanırdım.”

Bu ideal, bu tutku, bu adanmışlık nereden kaynaklandı öyleyse?

“Ben bir azınlık bireyiyim. Ben bir Ermeniyim. Azınlık toplumunun bir üyesi olarak yaşamanın ne olduğunu; azınlığın çektiği kültürel, dilsel, dinsel, ruhsal… sıkıntıları iyi bilirim.” sözleriyle başladı anlatmaya. Sözünü hiç kesmedim. Kâh İstanbul´daydı; kâh Bremen´de. Bazen çocuklaştı, bazen öğrencilerini kucakladı. Bazen ses oldu, bazen söz:

1939´da İstanbul´da doğdum. Annem babam doğma büyüme İstanbulluydu. İstanbul´un ünlü “Jamgoçyan Sülalesi”ndendik. Benden dört yaş büyük bir ağabeyim vardı. 4 yaşında piyano dersine; 6 yaşında Hintliyan Ermeni İlkokuluna başladım. Sonra “Pangaltı Lisesi” denilen Ermeni okuluna devam ettim. İlkokulu bu okulda bitirdim. Sonra 1950-51 öğretim yılında Avusturya Lisesi´ne kaydoldum. 1960´da bu okuldan lise diploması aldım.

Okul yıllarımda birçok Türk arkadaşım oldu. Adımı sorarlardı. “Brenda” deyince; “O ne biçim isim?” diye yüzüme bakarlardı. Hatta, Avusturya Lisesi´nde arkadaş olduğum birisi: “Brenda, bu ne biçim isim böyle? Bır bır bır… Uçuyor musun sen?” diye benimle alay ederdi.

Annem babam evimizde Ermenice konuşurlardı. Ben de Ermenice konuşurdum. Bu nedenle dilimde, sesimde bir farklılık oluyor; benim Türk olmadığım hemen anlaşılıyordu. Çarşıda pazarda bana hemen “Madam!” deniliyordu. Anneme de hemen “Madam!” derlerdi. Erkeklere ise, “Mösyö!” yerine “Mösü!” diye hitap ederlerdi.

Bu davranışlar karşısında kendimi çok dışlanmış hissederdim.

Avusturya Lisesi´ni bitirdiğimde toplam altı dil öğrenmiştim: Ermenice, Türkçe, Almanca, Fransızca, İngilizce ve Latince… Ama gene de bir işe yaramıyordu. Adımı bile yadırgıyorlardı.

Bu tutum ve davranışlar beni çok rahatsız ediyordu. Ben Türkiye vatandaşıydım, ama Türk değildim. Benim kültürüm, kökenim başka. Ama ben Türkiye kültürünü de çok seviyorum. Yani mecbur muyum illa “Türküm!” demeye. Ben illa “Ermeniyim!” demeye de mecbur değilim. Ben herşeyden önce insanım. İnsanların mutluluğunu amaç edindim kendime.

Türkler Türkiye´de çoğunluk olsalar da, Almanya´da azınlıktırlar. Almanya´da yaşayan yabancılar, göçmenler ayrı ayrı milliyetlerden olsalar bile çektikleri sıkıntılar, yaşadıkları sorunlar ortaktır, benzerdir. Türkiye´den gelen insanlar da, Türk olsun Ermeni olsun; Kürt olsun Arap olsun göçmen olarak, yabancı olarak hemen hemen aynı sorunlarla karşı karşıyadırlar.

Türk çocuklarını, Türkiye´den gelmiş insanların evlatlarını kendi evladım gibi sevdim. Kendimi onlara verdim. Bu çocukların çoğu sahipsizdi. Ailevi sorunları vardı. Kimisi bataklığın kıyısındaydı. Bunlara sahip çıktım. Bir çocuğu bile kaybetmemek, iyi bir insan etmek için çalıştım çabaladım.

Yeri geldi ana babalarını karşıma aldım.

Yeri geldi ana babalarını yanıma aldım.

Yeri geldi okul yöneticileriyle tartıştım.

Ders saatleri yetmezdi. Ders dışında onlarla uğraşırdım. Bazen sinemaya, bazen bir parka, bazen yemek yemeye götürürdüm. “Brenda´nın orduları!” derlerdi öğrencilerime.

Bazı öğrencilerime, iyi bir diploma alabilsinler, üniversiteye gidebilsinler diye, Almanca ve diğer hazırlık sınıfı derslerinin dışında, hafta sonlarında fizik, matematik dersleri de verdim.

Ahmet Kekeç adlı öğrencim bunlardan biriydi. Zekiydi ama haylazdı. Çağırırdım yanıma.

“Gel bakalım Ahmet! Otur şuraya! Haydi, hem bu tavuğu ye, hem de anlat bakalım. Bugün derste ne yaptın? Nereye gittin? Ödevini yaptın mı? Yazılıya hazırlandın mı?”

Hem tavuğunu yer, hem ders çalışırdı.

Günlerden bir gün, yolda karşılaştım. Elimi öptü. Kocaman adam olmuş. Zor tanıdım.

“Öğretmenim, beni bir tavuğa kandırdın. Sağ ol! Sen olmasan ben serseri olurdum!” dedi.

Mühendis olmuş. Evlenmiş.

Hiç unutmam. Bir yavrum da sağırmış. Bilmiyordum. Bursalıymış. Karşımda oturuyor, yüzüme baktığı zaman gülümsüyor, sorularımı cevaplıyordu. Bir gün ardından “Yılmaz! Yılmaz!” diye seslendim. Hiçbir tepki göstermedi. Sinirlendim. Babasını çağırdım. Durumu anlattım.

“Hoca!” dedi “o sağırdır, sağır!”

“Ne? Sağır mı?”

“Evet, hiç duymaz!”

“Ama konuşuyor!”

“Oğlum altı yaşında okula başladıktan sonra konuşmayı öğrendi. Yüzüne baktığı insanın konuşmasını dudağından anlar.”

Demek öyle! Haydi bakalım Brenda! Sıva kolları. Gel oğlum Yılmaz! O doktor senin, bu doktor benim… Muayene, kontrol, deneme derken kulaklıkla duyabileceği anlaşıldı. Kulaklık alındı. Duymaya başladı.

O günlerde, bir dairenin kirasını tek başıma ödeyecek durumda değildim. Kiracının kiracısı olarak bir odada kalıyordum. Yılmazla babası teşekküre geldiler. Oturtacak odam yoktu. Daire sahibinin oturma odasına buyur ettim. Köşedeki kafeste bir kuş ötüyordu. Merakla yanına gitti.

Gözleri ışıl ışıl, sesi pırıl pırıldı:

“Efendim! Kuş sesi!” dedi.

Kulaklık taktıktan sonra ilk kez bir kuş sesi duyuyordu.

Sarıldım. Dayanamayıp ağladım.

Okulumdaki Anadolu´dan gelmiş çocuklar, hep “yabancılar köşesi” denilen yerde toplaşırlardı. Üniversitede bile vardı böyle bir “yabancılar köşesi”.

Öğrencilerim, okulda olsun, sokakta olsun dışlanmışlığın ezikliğini duyuyorlardı. Eziklik duyan bir insan ya kin duyar, ya da pusar. İkisi de tehlikelidir. Özgüven verebilmek, sağlıklı bir kişilik kazandırabilmek için çocuklara destek oldum.

“Bakın çocuklar, siz iki dil biliyorsunuz: Türkçe-Almanca; Kürtçe-Almanca… Bakın bakalım, Alman arkadaşlarınızdan sizin gibi iki dil bilen var mı?”

Ben azınlıktan olmanın acısını çocukluğumda olsun, gençliğimde olsun çok derinlerden duymuştum. Türk öğrencilerimin yabancı olarak, azınlıktaki Türk toplumunun bir çocuğu olarak duydukları acılar, çektikleri eziyetler kendi içimdeki benzer acıları uyandırıyor, benzer yaraları deşiyordu. Öğrencilerimin acılarına kendi acılarımmış gibi derman aradım.

1967´de İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü´ne girdim.

1970 Temmuz ayında, bir aylığına, burslu bir öğrenci olarak Almanya´ya, Heidelberg Üniversitesi´ne gelmiştim.

Geliş o geliş! Tam 32 yıl geçiverdi.

13 Kasım 1972´de Bremen Eyaleti Kültür Bakanlığı´nın öğretmeni olarak Kornstraße Okulu´nda öğretmenliğe başladım. Okulun yakınında oturuyordum. Kimsem yoktu. Öğrencilerimle, çocuklarla haşır neşir oldum.

1973´de, Alman Eğitimciler Bilimciler Sendikası´nda (GEW) Anadil Dersleri konusunda çalışmaya başladık.

Bu arada Bremen Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Antje Katrin Menk ile tanıştım. Üniversite öğrenimine yeniden başladım. 1978´de Müzik ve Almanca Bölümü´nden mezun oldum.

Aynı yıl Prof. Antje Katrin Menk´in bölümünde Türkçe Dersi vermeye başladım.

Bir süre hem öğretmenlik yaptım, hem de üniversitede, “Deutsch als Fremdsprache” bölümünde çalıştım.

Aynı bölümde Prof. Klaus Liebe-Harkort da Türkçe ağırlıklı dilbilimi dersi veriyordu.

Bremen Eyaleti´nde Türkçe Anadil Derslerinin okutulması için, Prof. Liebe-Harkort ve Dr. Ender Hepsöyler ile birlikte uğraşmaya başladık. Birlikte pek çok seminerler düzenledik. Velilere, öğretmenlere anadilin önemini, Türkçe Anadil Derslerinin gerekliliğini anlattık. Camilere, Alevî Derneğine, İşçi Derneklerine gittik. Türkçe Anadil Dersinin okullarda okutulması için imza topladık. Toplu imzalı dilekçe verildi.

Prof. Liebe-Harkort Anadil Eğitimi konusunda birçok bilimsel yazılar yayınladı.

1974-1975´den itibaren, Bremen Eyaleti´nde Türkçe Dersi resmen programda yokken, ben tüm okullardaki Türkiyeli öğrencilere, çarşamba öğleden sonraları Türkçe ve Sosyal Bilgiler dersi vererek, onların okuldan tam notla mezun olmalarını sağladım.

Yabancı dil olarak İngilizce yerine Türkçeyi kabul ettirdim. Bunu Bremen Eğitim Senatörlüğü kabul etti. Senatörlük, meslek liselerindeki İngilizcesi olmayan Türkiyeli öğrencileri Türkçeden sınav yapmam için beni resmen görevlendirdi. Böylece İngilizcesi olmayan birçok Türkiyeli öğrenci meslek liselerinden mezun oldu ve yüksek öğrenim yapma olanağını elde etti.

Uzun süren sabırlı, tutarlı, bilimsel gerçeklere dayanan uğraşlardan sonra, 1987-88 öğretim yılından itibaren, Bremen Eyaleti Kültür Bakanlığı´nın denetimi ve sorumluluğu altında; ilkokuldan itibaren Türkçe Anadil Dersinin verilmesi kabul edildi.

Daha sonra, Türkçenin, ortaokul ve liselerde Latince ve Fransızcanın yerine ikinci yabancı dil olarak okutulması gerçekleşti.

Türkçe öğretmenliği yanında, Anadolu kültürünün, Türk halk türkülerinin, Türk Edebiyatının önemli şairlerinin Almanya´da tanınması için koro çalışması yürütüyordum.

Müzik benim için her şeydi. Daha önce de söyledim. Piyano derslerine 4 yaşında başlamışım. İlk konserimi İstanbul Beyoğlu Saray Sineması´nda 5 yaşımda vermişim. “Hasta Bebek”adlı bir parça çalmışım. Tüm okul yıllarımda müzikle ilgilendim. Okul korolarına, tiyatro çalışmalarına katıldım.

Öğretmenlik yıllarımda Türkçe öğretiminde müziği de kullandım.

Kendi duygularımı müzikle dile getirdim. Müzik benim dilimdi. Bremen Dayanışma Korosu 1979´da kurulmuştu. 1984´den sonra bu koroyu yönetmeye başladım. Zor bir işti. Hiç müzik eğitimi almamış insanlardan meydana gelen bir koroydu.

1986´daki “Ruhi Su´yu Anma Konseri” koromuza ilgiyi artırdı.

1988´de Yunanlılarla birlikte Nazım Hikmet ile Yunan Şairi Yannis Ritsos adına, “Nazım ile Ritsos Gecesi” düzenledik.

Daha sonra Türkiye´nin çeşitli yörelerinden çok sesli türküleri seslendirdik. “Türkülerimiz” adıyla çeşitli illerde konserler verdik. Son çalışmamız, “Türkülerle Anadolu” idi. Anadolu´daki dillerin türkülerini seslendirdik.

“Türkülerle Anadolu Korosu”nda on bir ayrı kültürden insanlar, Anadolu´daki altı dilden türküler söyledi. Konserimiz her zaman olduğu gibi Schauburg Sineması´nda 29 Ocak 1991 günü verilecekti. Tüm hazırlıklar bitmişti. Fakat 17 Ocak 1991´de Körfez Savaşı başladı.

Ne yapacaktık? Bir yanda insanlar ölürken biz türkü mü söyleyecektik?

“Savaşa kültürle cevap verelim!” dedik. Barış türkülerinden birkaçını repertuvarımıza aldık.

Nefis bir konser oldu.

Çok kültürlü bir toplumda, bizim kültürümüz, Anadolu kültürü, Türk kültürü Alman kültürü kadar güzeldir. Diller de böyledir. Anadil Eğitimi, çok dilli, çok kültürlü bir toplum için kayıp değil, kazançtır. Diller ve kültürler barış, sevgi, güven, özgürlük ortamında serpilip gelişebilir.

Ben Anadil Eğitimine ve müziğe insanların eşit olduklarına inanarak; barış, kardeşlik, sevgi çiçekleriyle güzelleşen bir dünya bilincini yeşertebilmek için çok çok önem verdim.

Emeklilik yıllarımdan geriye baktığımda, yıllarımı boşa harcamadığımın mutluluğunu duyuyorum.

Sevgili Brenda, hep mutlu ve sağlıklı kalasın. Türkçeye, Anadolu kültürüne verdiğin emekler boşa gitmedi. Anadillerini sevdirdiğin Türk çocukları seni unutmayacak ve sevgiyle anacaklardır.

Not: Bu yazı 2003 yılında yayınladığım “Almanya’da Türkçe Anadil Eğitimi ve Eğitimine Emek Verenler” adlı kitabımda yayınlanmıştı. Burada aynen tekrar yayınlıyorum. 26.6.2009, Kemal Yalçın