İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü 1973 güz döneminde bitirip Ankara’ya gittim. Yüksek Öğretmen Okulları’nı bitirenler, o yıllarda, genellikle öğretmen okullarına tayin oluyordu. Fakat benim ve benim gibi birçok arkadaşımın dosyalarının üzerine kırmızı kalemle çarpı işareti konmuştu. Kim, ne zaman bu çarpıyı koymuş? Bilemedim.
Biz “kırmızı çarpılılar” öğretmen okullarına tayin edilmedik. Anadolu’daki çeşitli liselere dağıtıldık.
Ben Kırşehir / Kaman Lisesi’ne felsefe öğretmeni olarak atandım.
30 Aralık 1973 tarihinde, karlı buzlu bir günde Kaman’a vardım. 21 yaşında genç bir öğretmendim. Önce okulumu gördüm. Lise müdürüyle işlerimi hallettim. Sonra TÖB-DER şubesine gittim. Yönetici arkadaşlarla tanıştım.
Kaman Lisesi, yeni açılmış, küçük bir liseydi. Öğretmen açığı vardı.
Felsefe, mantık, psikoloji, sosyoloji, resim, müzik derslerine girmeye başladım.
Kaman’daki hayat ne İstanbul’a, ne de memleketim Denizli’ye benziyordu. Kitaplarda yazılanlar, üniversitede öğrendiklerimize hiç benzemiyordu. Kısa zamanda adım “komünist”e çıktı.
Okul müdürü, her sınıfta birer öğrenci görevlendirmiş, derslerimi günü gününe takip ediyordu. İspiyoncu öğrenciler dersleri kötü, gariban köylü çocuklarıydı.
Benim başımı günümüzden 2500 yıl kadar önce yaşamış olan Antik çağ filozoflarından Kritias yaktı.
Felsefe kitabında yazılı olan “dinleri, tanrıları krallar kendi çıkarlarını korumak için yaratmışlardır!” gibi bir sözünü derste okudum ve açıklamaya çalıştım.
Sınıfın kapısından ispiyoncuyla birlikte çıktık. O müdürün odasına, ben öğretmen odasına gittik.
İkinci teneffüste müdür beni çağırdı. “Dinler uydurmadır, Allah yoktur! demişsin! Seni bu okulda yaşatmam!” diye tehdit etti.
“Ben böyle bir şey demedim. Kritias buna benzer bir şöz söylemiş. Kitapta yazıyor. Ayrıca Allah değil, çok tanrılı dinlerin tanrısı için söylemiş!” dedim.
Beni dinlemedi bile! Kapıyı gösterdi.
Aradan bir ay kadar geçti. Valilikten gelen müfettiş ifademi aldı.
“Gençleri baştan çıkarmak, öğrencilerin dini duygularını zedelemek ve propaganda yapmakla” suçlanıyordum.
Suçlamaları reddettim.
Fakat göze batmaya başlamıştım.
TÖB-DER Kaman Şubesi’nde göreve başlama
Hakkımda soruşturma açıldığı günlerde, TÖB-DER Kaman Şubesi Olağan Genel Kurulu yapıldı. Yönetim Kurulu’na seçildim. Şube sekreteri görevini üstlendim.
Dernek lokalimizde hafta sonlarında çeşitli konularda seminerler veriyoruz. Salon dolup taşıyor. Müthiş bir güzellik! Dernek lokalinde kumar oynanmasını yasakladık! Kitaplık açtık. Kırşehir, Nevşehir, Kayseri, Niğde bölgesindeki TÖB-DER şubeleriyle bağ kurduk.
Ortaklaşa seminerler de düzenliyoruz. Üniversite öğrencileri gelip gidiyor. Siyasi tartışmalara katılıyoruz.
Kaman çevresindeki bir köyde toprak sorunu olduğunu duyduk. Topraksız köylüleri desteklemek için o köyde görevli öğretmen arkadaşla birlikte bildiri hazırladık. Toplantı yaptık.
Enerjimiz çok! Hem felsefe öğretmeni, hem TÖB-DER sekreteri, hem topraksız köylülerin “akıl hocası”yım. Gözlerime uyku girmiyor. “Diyalektik ve Tarihi Materyalizm” semineri de vermeye başladım.
Üç katlı bir evde kalıyorum. Bekarım! Alt katta caminin müezzini, üst katta Kaman Müftüsü kalıyor. Komşuluk ilişkilerimiz iyi. Bazı günler, benim evin merdiven başında üçümüz çay içiyoruz.
Müezzin, “Bu ay işler kesat! Teneşir kurudu!” diyor.
Ecevit’in “Karaoğlan” olarak umut olmaya başladığı günler.
Müftü, bir gün beni kenara çekti: “Hoca, hakkında çok dedikodu var. Dün kulağımla duydum. Bu millet felsefe falan anlamaz! Anlattığın konunun 2500 sene önce geçtiğini bilmez! Attığın adıma, konuştuğun lafa dikkat et!” diye dostça uyardı.
Teşekkür ettim kendisine. Aradan birkaç hafta geçti geçmedi gece evim taşlandı.
Müftü ve müezzin bana geçmiş olsuna geldiler.
1975 TÖB-DER Genel Kurulu
TÖB-DER Genel Kurulu hazırlıkları başlamıştı. Siyasi gruplar, birbirinden sol hareketler TÖB-DER şubelerinde, genel merkez yönetiminde söz sahibi olmaya, hatta ele geçirmeye çalışıyordu.
Siyasi hareketler, sol örgütler dernekleri dışa bakan pencereler olarak görüyorlardı. Grup çıkarları, sol örgütler arasındaki yarış; “tek doğru benimki” mantığı öne çıkıyor, TÖB-DER’in esas görevini, işlevini unutturuyordu.
Örgütler ve hatta şubelerde demokratik işlerlik tam gerçekleşmiyordu. Kendini ve örgütünü, üyesi yada taraftarı olduğu partiyi korumak için insanlar, öğretmenler kendini gizlemek zorunda kalıyordu.
O günün koşullarında ve yıllardan beri devam edegelen baskıcı ve güvensiz ortamda kimse olduğu gibi görünemiyor, göründüğü gibi olamıyordu.
Ama “solcuyum”, “devrimciyim” diyen herkes güzel günlere özlem duyuyor, samimi olarak devrimci mücadeleye katkıda bulunmaya çabalıyordu.
Ben de o günlerde sadece kendi grubumun görüşlerini tek doğru olarak kabul ediyordum.
Genel kurul delegesi seçilmiştim. O günlerde sosyal demokratlara karşı, devrimsiler, sosyalistler olarak hazırlanmaya başladık.
Okuldan tanıdığım arkadaşlarla bu konuda konuşmak için, Kayseri, Nevşehir, Niğde, Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Konya, Eskişehir’e gittim.
Yorgunluk yok! Enerji çok!
Genel Kurul günleri yaklaşıyor.
Ankara’da bazı evlerde, dernek lokallerinde beşer onar bir araya gelerek görüşüyoruz. Bir sürü sol hareket! Sol grup! Herkes kendi adamlarının, kendi üyelerinin genel kurulda etkin olması için pazarlıklar yapıyor.
Ortada net bir yazılı anlaşma metni yok!
Sosyal Demokratlara karşı sol ittifakı sağlamaya çalışıyoruz. Görüşmeye gelenlerin çoğunun arkasında akıl danıştığı örgüt adamları var. Bir toplantıda karar alınıyor, ikinci toplantıda “yanlış anlaşılmış”, “yoldaşlar kabul etmedi” gibi gerekçelerle bozuluyor.
Belki o günlerde çok sistemli çalışan örgütler, hareketler, partiler varmıştır. Ama ben bunları yaşadım.
Genel Kurul öncesi, sosyal demokrat liste başkanı Fakir Baykurt’a karşı; Cemil Çakır başkanlığında devrimci sosyalist ittifak sağlandı.
İttifakın programı, kuralları, karar mekanizması, demokratik işleyiş sistemi açık ve net olarak konuşulup yazılı halde açıklanmamıştı. İttifakın yürütme kurulu seçilmemişti. İttifakın ileride karşılaşacağı sorunların çözüm kuralları ve bu konudaki sorumlu kişileri net olarak belirlenmemişti.
Genel Kurulu kazandık!
Genel kurul hararetli tartışmalara sahne oldu. İlk olarak genel kurul öncesinde Fakir Baykurt’la karşılaştım. İkimiz de Gönenliydik. Ben onların Köy Enstitüsü yıllarına inşa ettiği dersliklerde okumuş, yatakhanelerde yatmıştım. Kendisine büyük saygım vardı. Ama o günlerde onu kendimiz gibi “devrimci” görmüyorduk.
Genel Kurul’da Cemil Çakır başkanlığındaki bizim liste kazandı.
Genel kurul salonundan çıkarken Fakir Baykurt’la karşılaştım. Bana çok babacan davrandı: “Haydi bakalım Gönenli! Seçimi kazandınız! Tebrik ederim! Başarılar dilerim. Bir sorunun olursa, çekinme gel! TÖB-DER’in başarısı için elimden geleni gene yaparım. Bu örgüt hepimizin!” dedi.
Teşekkür ettim.
İlk genel yönetim kurulu toplantısı
Genel kuruldan bir gün sonra, genel yöneti kurulu toplandı. Genel yönetim kurulu, merkez yönetim kurulunu ve merkez yöneticilerini seçecekti.
Ben böyle bir toplantıya ilk kez katılıyordum. İttifak içindeki görev dağılımı ve seçimler bir anda etki alanı kapma; kendi grubunun, partisinin çıkarını öne çıkarma yarışına dönüştü. Daha o gün, ittifak çatırdamaya başlamıştı. Ortada yazılı bir ittifak protokulu olmadığından, işlerin yürümesi, anlaşmazlıkların çözülmesi kişilerin iyi niyetine, saygınlığına, yeteneklerine ya da arkadaki görünmez “yöneticilerin”, “yoldaşların” “önderlerin” etkileme gücüne göre oluyordu.
Ben Kırşehir, Nevşehir, Niğde, Kayseri illeri bölge temsilcisi olarak görevlendirildim. Hafta sonları bölgemdeki şubelere gidiyorumç Seminerler veriyordum. Çalışmaları yönlendirmeye çalışıyordum.
1975-1976 yılları Türkiye’nin çatırdadığı, dalgalandığı, sınıf mücadelelerinin sertleştiği bir dönemdi. Milliyetçi Cephe iktidarı kurulmuştu. Demirel, Erbakan, Türkeş el ele vermişti.
TÖB-DER’in üye sayısı yüz bin dolayındaydı. Sosyal mücadelenin önündeki sorunlar dağ gibi yükseliyordu. O güne kadar gündeme gelmemiş konular çözüm istiyordu.
Elimizde uzun uzun üzerinde çalışılmış, bilimsel, tutarlı, kucaklayıcı, birleştirici programlar, raporlar, özgün kitaplar yoktu.
“Yavaş olalım, bu konuda hazırlık yapalım, düşünelim” diyenler “pasifistlikle”, “revizyonistlikle” suçlanıyordu.
Dünya komünist, sosyalist, devrimci hareketi parçalanmış; düşman kamplara bölünmüştü. Bu bölünmüşlük, karşı devrimci blok ve ABD tarafından kışkırtılıyordu.
Sovyetler ve ABD dünyayı ve ülkeleri paylaştığı gibi, toplumsal, sınıfsal mücadeleyi kendi güdümüne almak için ellerindeki büyük imkanlarla çalışıyorlardı.
Bu dönemde Türkiye sol hareketinin çeşitli grupları kendilerine yandaş, tek doğru gördüğü “kabe”, eleştirilemez “kutsal” mekanlar arıyordu.
Kimi Moskova’yı, kimi Pekin’i, kimi Tiran’ı, kimi Küba’yı kendine rehber alıyor, oralardan gelen yalan yanlış çevrilmiş kitaplar, makaleler tek doğru kabul edilerek Türkiye şartlarına aşılanmaya, uydurulmaya çalışılıyordu.
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa rejimlerinin yıkılmasından sonra gün ışığına çıkan gizli belgeler bu ilişkileri düşünülmesi gereken gerçekler olarak önümüze koydu.
Ben o günlerde Arnavurluk’daki uygulamaları, Enver Hoca’nın düşünclerini doğru buluyordum.
TÖB-DER Şubat 1975’te, yurt çapında 63 ilde miting ve yürüyüşler, toplantılar düzenlemişti. Bu eylemleri durdurmak ve ezmek için Milliyetçi Cephe hükümeti zorbaca yöntemlere başvurdu.
Genel Yönetim kurulu, örgütü ve üyelerimizi korumak için birçok ildeki gösterileri durdurdu.
Bu karar, muhalif gruplar tarafından TÖB-DER merkez yönetimine karşı bir araç olarak kullanıldı.
Genel merkez çalışmaları tam olarak yürümez hale geldi. Genel yönetim kurulundaki grupçu çatışmaları Cemil Çakır ağırlığını koyarak önlemeye çalışıyordu.
Ben genel yönetim kurulunda “Maocu”, “sovyet düşmanı” olarak görülmeye başlandım. Tek başıma kaldım. Artık beni dinleyen kalmamıştı.
Bir müddet sonra Cemil Çakır ve çevresi azınlığa düştü.
Genel yönetim kurulu olağanüstü kongre kararı almak zorunda kaldı.
1976 olağanüstü genel kurulu
Olağanüstü genel kurul öncesinde bir grup öğretmen arkadaşla Fakir Baykurt’a gittik. TÖB-DER’i içinde bulunduğu yönetim bulanımından çıkmasına yardımcı olmasını ve seçimlere katılmasını önerdik. Kabul etmedi.
Olağanüstü genel kurulda Gültekin Gazioğlu ve temsil ettiği siyasi görüş çevresi seçimleri ittifakla kazandı.
Gazioğlu döneminde TÖB-DER üyeliğinden ihraç edildim.
TÖB-DER’li günlerim böylece sona erdi.
Devrimcilerin birbirlerini yemeleri demek ki demokratik işlerliğin olmadığı yerde böyle oluyordu.
Bonn sokaklarında kol kola
12 Eylül sonrasında Gazioğlu ile Bonn’da tekrar bir araya geldik.
TÖB-DER kapatılmış, mallarına el konmuş, yöneticileri, üyeleri tutuklanmış, yargılanıyorlardı.
Askeri cuntanın baskı ve zulmünü protesto etmek için Bonn’da yürüyüş düzenlenmişti. Gültekin Gazioğlu ile kol kola vererek, yüzlerce öğretmen ve devrimci ile birlikte “TÖB-DER’e, DİSK’e Türkiye’ye özgürlük” diye haykırarak yürüdük.
Kıssadan hisse
Bütün bunları 30 yıl sonra, ilk kez Yeniden İMECE için yazıyorum.
Amacım kimseyi kırmak değil. Önce kendimle hesaplaşmak, kendi geçmişimden, beni ben yapan özel tarihimden ders almak; sonra da bugünkü örgütlü öğretmen mücadelesini yürüten, yöneten arkadaşlara birkaç öneride bulunmak için yazıyorum.
20 yıldan beri Almanya’da öğretmenlik yapıyorum. Buradaki öğretmen derneklerinde çalıştım. Uzun zamandan beri Eğitim ve Bilim Sendikası (GEW) üyesiyim.
Sizin çalışmalarınızı uzaktan takip ediyorum ve gönülden destekliyorum.
Öğretmen mücadelesinin hala “grupçu”, “ben merkezci”, “tek doğrucu” anlayışlarla iç içe oduğunu görüyorum.
Hala grup ya da parti çıkarlarının, öğretmen hareketinin genel çıkarlarının önüne geçtiği bazı tutum ve davranışlar görüyorum.
Eleştirilerimiz, birliğimizi güçlendirmek için olmalıdır.
Farklılıklarda birliği artık sağlamalıyız. Ancak bu anlayış ve yönetim biçimleriyle Türkiye öğretmenlerini daha geniş kucaklayabiliriz.
Sizlerin başarısı hepimizin başarısı olacaktır.
Çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Bochum, 30 Kasım 2007 Kemal Yalçın