Sırrı Ayhan’ın hayatı adı gibi sırlarla doludur. Lise yıllarında dünyayı ve Türkiye’yi değiştirmek için ayağa kalkmıştı. Dünyayı ve Türkiye’yi istediği gibi değiştiremedi. Fakat kendisini değiştirdi. Akıl hastanesi berberliğinden sonra üretken bir yazar oldu.
Sırrı Ayhan ekmeğini taştan çıkarmış, aç kalmış fakat yaşama heyecanını kaybetmemiş bir insandır. 1961 yılında Adıyaman-Kâhta’da doğdu. Lisede okurken kendi özgürlüğü, Kürtlerin özgürlüğü için mücadeleye başladı. Tutuklandı. Liseyi bitiremeden hapislerde kaldı. Gençliği hapishanelerde, kaçak-köçek yaşamalarda, yakalanma korkusu içinde geçti.
Polis tarafından aranıyordu. Bir gün Adana Akıl Hastanesi’nde berber arandığını duydu. Gitti gerçek ismiyle başvurdu. Kabul ettiler. Akıl hastalarının berberi oldu. Akıl hastası hastaların hayatlarını inceledi. Akıl hastanesinde üç yıl kadar çalışabildi. Kendi ruh sağlığı bozulmaya başladı. Berberlikten ayrıldı. 1989 yılında gözleri arkasında kalarak Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı. Almanya’ya geldi, siyasi mülteci oldu. İlticası kabul edildi.
Almanya’da çok çeşitli işlerde çalıştı. Düsseldorf’ta taksi şoförlüğü yaptı. Taksisine binen müşterilerin fotoğraflarını çekti. Onlarla kısa kısa söyleşiler yaptı. Müşterilerinin duygularını, hislerini, düşüncelerini bir deftere yazmalarını rica etti.
Taksi şoförlüğü sırasında Duisburg Fakir Baykurt Edebiyat Kahvesi’nin üyesi oldu. Burada yazmasını öğrendi. İlk zamanlarda bir cümleyi doğru dürüst yazamıyordu. Yılmadı, okudu, çok okudu. Yazdı, düzeltti, yazdı düzeltti! Yaza yaza yazmasını öğrendi. Avrupa Türkiyeli Yazarlar Girişimi -ATYG üyesi oldu. Fakir Baykurt Edebiyat Kahvesi ve Avrupa Türkiyeli Yazarlar Girişimi -ATYG Sırrı Ayhan’ın edebiyat okulu oldu. Sırrı Ayhan, Almanya’daki Fakir Baykurt Okulunda yetişmiş yazarlardan biridir.
Sırrı Ayhan taksi müşterilerinin notlarını, fotoğrafları daha sonra “Taxi İnternasyonel” adıyla kitaplaştırdı. Türkçe ve Almanca olarak yayınladı.
Daha sonra Adana Akıl Hastanesi’nde yaşadıklarını, gördüklerini “Berberin Dansı” adlı kitabında romanlaştırdı. 2019 yılında “Dikiz Aynasında Yüzler” adlı kitabını yayınladı.
Sırrı Ayhan 2021 yılına kadar yedi kitap yayınladı. Yazmaya devam ediyor. Son yıllarını tamamen yazarlığa verdi. Yazıyor, okuyor, yazıyor! İnanılmaz bir heyecanla yazıyor.
Sırrı Ayhan’ı daha yakından tanımak için kendisiyle uzun bir söyleşi yaptım.
Bu söyleşinin tamamını aynen yayınlıyorum:
SIRRI AYHAN İLE SÖYLEŞİ
Kemal Yalçın: Yazarlık serüvenin nasıl başladı. Neden ve ne zaman yazmaya başladın?
Sırrı Ayhan: Adıyaman Kâhtalıyım. Oldum olası bir şeyler anlatmaya meraklıydım. 16’lı yaşlarımda arkadaşlarımla eğitim çalışmalarında faydalanmak için çeşitli kitaplardan kısa yazıları not ettiğim bir defterim vardı. (O dönemde revaçta olan: toplumları, işleyen kısa yazılar. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin dört maddesi ve Kürdistan hakkında bazı bilgiler.) Zaten lisenin tüm ders notlarını da o deftere işliyordum. İlginç olan ise tüm derslerimize, sadece üç öğretmen girerdi.
Günün birinde Samsunlu Dev -Yolcu bir kadın öğretmenim defterime gözü değince, iki üç sayfayı alıcı gözüyle inceledi. ‘‘Bu akşam bende kalsın yarın sana geri veririm,’’ dedi. Akşam da polis evini basıyor benim deftere de el koyuyorlar.
Yediği tokat ve korkutmalara rağmen defterin kimin olduğunu ve hangi sınıfta aldığını söylememiş. Polis, iki gün sonra sınıfa gelip hepimizden el yazı örneği aldı. Çok şeyi duyup bilince çıkardığım için, tüm notlarımı çivi yazısı gibi bir el yazısıyla yazardım. Benden başka birinin anlaması, pek zordu. Çok şeyi sembollerle anlatabiliyor, hatırlayabiliyordum.
Eğer o not defterim tespit edilseydi o zamanlar bile sekiz yıl ceza alabileceğim söylendi. Bir daha da polisin eline geçer diye hiçbir yerde yazılı bir not bırakmadım. Bazı arkadaşların aksine şiirle, aşkla falan hiç ilgilenmiyordum. Varsa yoksa naif Kürdistan ve sol devrim aşkıydı.
Almanya’ya geldikten sonra dost meclislerinde, -biraz da mesleğim gereği- kaçak olarak seyyar berberlik ve bir kadro adayı gibi Kürdistan mücadelesine hizmet ediyordum. Sık sık insanlarla bir araya geliyordum. Baltayı taşa vurmama sebep olsa da propaganda ve örgütleme faaliyetlerinden vaz geçmiyorum.
Çok çeşitli siyasi ortamlara rahatlıkla girer çıkar, sözümü dillendirirdim. Bir Alman gazeteci kadın aile dostumuz vardı. Onunla çok sıkı sohbetlerimiz olurdu. O güzel insan, ‘‘Anlatma, git evde yaz.’’ derdi. Eski günler aklıma gelirdi. Uzak olmayan bir günde ailemi ortada bırakıp dağa, aktif mücadeleye gideceğimden hiçbir yer de yazılı bir şey bırakmaya çekiniyordum. Şiir dağarcığım olmadığı için de bir dörtlük bile olsa yazamıyordum. Düz yazıyı ise “Gencim daha belki ilerde yazarım,” diye geçiştiriyordum.
Günün birinde astım krizi geçirip ölümden dönmüştüm. O günden sonra dağa gitme düşüncem değiştiyse de Avrupa’da değişik şekillerde legal alanda halkıma hizmet verebilirim diyordum. O dönemde gelişim gösteren Kürt medyasına ve açılacak televizyon çevresindeki arkadaşları gözlemliyordum. Uzaktan gelişmelerin nasıl evrileceği benim de kendimi bir şekilde bulabileceğim -yanlış anlaşılmasın- programlara çıkan güzel insanların ekranda daha güzel görünmeleri için makyaj, saç bakımı, saç sakal tıraşı yapma düşüncesindeydim. Boş zamanlarımda da yani en azından berber ve şoför olarak parasız hizmet edebilir, yatakhanenin düzeltilmesinde yardımcı olabilirdim. Sosyal yardımla yaşayabilirdim. Eşim de evin geçimini sağlardı diye düşünüyordum. Ama düşünce olarak bir türlü anlaşamıyor, yönetimde olan dostların çok şeyine kendimce “evet” diyemiyordum. Bu düşüncelerimi esas yöneticilerin hiçbirine pek açıklamadan gerisin geriye evime dönüyordum.
Bunalımdayım. Çok yoğun çalışıyordum. Hem siyasi olarak hem de geçimimi sağlamak için. Ailece Alman vatandaşı olmak istiyordum. Beş kişilik ailemin geçimini sağlamak, devletten bir kuruş yardım almadan geçimimizi temin etmek zorundaydım.
İki sene sonra çalışmalarım meyvesini verdi. Ailece Alman vatandaşı olduk. İlk kez çocuklarım memleket iznine gidip döndüler beyinlerinde binbir soruyla.
İşte daha çok onlara kendi ve çevremin yaşamından kesitler anlatmak için yazmak istedim. Gerçeği sorarsanız sistemli olarak doğru dürüst bir mektup bile yazamıyordum.
Daha çok edebiyatçıları, düz yazıları takip ediyordum. Sonraki izin fırsatında ben de memlekete gittim. Daha çok yazma serüvenlerini anlatan toplam 41 kitap ve onlarca öykü, şiir ve mizah dergisiyle eve döndüm.
Valizimi açıp, ortalığa saçılan kitaplarımı hırsla sallayan ve sayan eski eşim; ‘’Nedir bunlar? Bu kadar da olmaz ki?” dedi.
“Neden olmasın? Senin aldığın altın seti ve diğer işlerine hiç karıştım mı? Lütfen sen de benim işime karışma.” dedim.
Böylelikle aramızdaki makas daha çok açılmaya ve günün birinde de 19 yıllık evlilik koalisyonu “yazı uğruna” sona erdi.
Bu sürede Fakir Baykurt Edebiyat Kahvesi’yle yollarım kesişti.
Tanıştığım bazı dostlar sayesinden dünyam daha da renklendi. Gittikçe yazma arayışından daha zevk almaya başladım.
Elime geçen 60 yıl önce yazılmış bir kitapçıkta şöyle bir yazı hatırlıyorum:
‘’Klasiklere yaklaşmanız mümkün değildir. Ama farklı bir şeyler , üreterek yanlarında durabilirsiniz.”
O günden sonra yaşananların yazıya yedirilmesi, merak, şaşırtma fantezinin bir arada kullanılarak harmanlanması çok daha anlamlı bir etki yaratıyordu.
Öykünün, düz yazının olmazsa olmazı tasvirin dozunda kullanılmasıydı. Benim en büyük eksiliğimin bu yönlü olduğunu da biliyordum. Günün birinde bunun nedenini de daha iyi kavradım.
Birkaç noktayı dikkate alırsanız her nesneyi kaleminize dolayıp konuşturabileceğinizin edebiyat hatırına, küçük beyaz yalanların mubah -fantezi- olduğunu da anladım.
Kurgulu yazıyı kavradıktan sonra kalemim daha sivrildi. Esasında ise kendi kendime, çapımı, kalemimin gücünü, bilincimi harmanlayarak kendi rakibim olduğumu beynimin kabullenmeyeceği içselleştiremediğim hiçbir yazılı malzemeyi dışarı vermek taraftarı olmayacaktım.
Kendi kendime verdiğim sözlere sadık kalacaktım.
Yazarken, devlet, baba, feodalizm örgüt hiçbir otorite ve tabuyu, (din, cinsellik) tanımayacaktım. Çok bilinen bir örnektir. ‘’Yazar gerekirse anasından bir şeyler çalıp yazabilendir.’’ Bunu yaparken popülerlik, para kazanmak vb. işlerin kenarından kıyısında dolaşmayacaktım. Şimdiye kadar o tür tuzaklara düşmedim, bundan sonrada yoluma devam edeceğim.
2-Bugüne kadar kaç kitap yayınladın?
1977 kanlı Bir Mayıs katliamından (İstanbul-Taksim) beri siyasal mücadelenin içerisindeyim. Kaldığım çevrede de o zamanlar güçlü olan şovenizm ve bazı ulusalcıların yanlış ve bilinçli çabalarına karşı ben de Türkçe yazmama rağmen ilk kitabımın Kürtçe basılması çabasına girdim. Yazı hayatımı kendim yazamasam da anadilimde başlayacaktım. Ve bir çevirmen sayesinde -çeviri de olsa- ilk kitabımı Jiyana Nivco- Eksik Hayatlar adıyla İstanbul’da yayımlanmasını sağladım.
Anı öykü- denemelerinden uluşan ilk kitabım 2003 yılında Peri Yayınlarında İstanbul’da Türkçe yayınlandı.
Bu kitap ve biraz da gizli tek başıma yürüttüğüm ‘’Taksi Babil’’ projem sayesinde Ankara Öykü Günlerine resmi davetli olarak katıldım. Bir haftalık etkinlik süresinde tanınmış 110 edebiyatçı ile bir arada olmak bana çok çok daha güzel ufuklar açtı. Birçok ömürlük dost edindim. Saygı duyduğum edebiyat dostları içinde yüküm çok daha ağırlaşmıştı. Sebatlı çalışmam zamanla meyvesini gösterdi.
Daha sonra Taxi International (Taksi Enternasyonal) ismiyle Almanca yayımlandı. Daha sonra yazdığım ve bilinçli olarak tek bir taksi kelimesi geçmeyen ve yazmaktan hoşlandığım romansı çalışmam “Berberin Dansı” çok hoşuma gitmişti.
Kısacası birilerinin çevirisi de olsalar yayınevlerinde çıkan ve çoğunun baskıları biten yedi yayınlanmış kitabım vardır.
1-Almanca- Üçü Türkçe üçü de Kürtçe yayınlanmış toplam yedi kitap içlerinde birini kendim hem Kürtçe yazdım hem de Türkçe yazdım. Kürtçesini tüm kitaplarımda olduğu gibi Kürtçesinde editörüm Yaqob Tilermeni’nin (Dansa Berber ve Reçen Dé Neynüke De) emeği çoktur.
İki de ortak dostlarla yayınlanan İZDÖŞÜM Antolojisi diğeri ise Fakir Baykurt Edebiyat İşliği’nde yer alan arkadaşlarla ‘’ SÖZ UÇAR, YAZI KALIR’’ adıyla yayınlandı.
Buradan Taksi kitabımı Almancaya çeviren Seydo Can ve Kürtçe çevirilerini gerçekleştiren dostum Yaqob Tilermeni’ye de sevgi ve saygılarımı sunarım.
12 Eylül 1980 döneminin edebiyata yansıması nasıl oldu?
12 Eylül’ü tüm Türkiye’de yaşayan halkların evlatları çok dramatik ve ağır bir şekilde yaşadılar. Kürtler, Aleviler, Ermeni dostlarım çok daha ağır yaşadılar. Askeri Cunta deyince başta, Diyarbakır Cezaevi, Mamak Cezaevi, önceleri Kurtboğazı, Ankara Emniyeti DAL- İstanbul’daki- Adıyaman’daki Pirim Palas, işkencecilerin yaşattıkları unutulamaz. Unutulmasın diye -üstünde yüzyılda geçerse geçsin diyerek insanlık vicdanında yargılanmaları için hepsi birer iddianame ve halkın mahkemesinde sömürgeci ve faşist ırkçıların yargılanması için çok önemli belgeler içeren yapıtlardır. Tek başına, değerli İnsan Hakları savunucusu, kendisi de asker kökenli, olan geçenlerde yaşamını kaybeden Sayın Erbil Tuşalp’ın “Bin tanık, Bin sanık” ve diğer kitapları. Ankara Emniyetini anlattığı -küçük bir kitapçığı- Mahmut Memduh Uyan (Ben İnsandım)
Mamak ve Diyarbakır işkencelerini anlatan ve çizimler. O konuda yazılmış her roman,
Aşık Mahsuni, Aşık İhsanı, Sivas’ta yakılanlar. Unutulacak işler midir?
Çevrilen birkaç filmle anlatılması zordur. Daha yüzlerce film ve belgeselinin yapılacağını çok iyi biliyorum.
Gerçekten , bazı filmleri dile getirmek gerekirse, Beynelmilel, Eve dönüş,
Babam ve Oğlum, Yazı Tura, daha yüzlercesi yazılıp filme çekildi, çekilecektir.
Güneşe Yolculuk, Yangın Var, Son Cellat vb. daha filme çekilmeyi bekleyen yüzlerce senaryo ve dile getirilmeyen filmler.
4– 12 Eylül 1980 döneminin senin yazarlık hayatındaki yeri, etkisi nedir?
Bu dönemin öncesini hazırlık aşamalarının birçok belirtisini yakından takip edebildim.
Yazarlığımın en büyük hedefi çok çok cılız olan , Kürdistan tarihinin Arşiv duvarına küçücük bir tuğla ekleme çabası. Ailemin hikâyesini, nereden gelip nereye uzandığını belgelemekti.
En önemli isteğim insan yaşamının direksiyonunu istediği yöne çevirebilirse daha iyi gelişmelere yol açabileceğini kendime kanıtlamaktı.
Her ne kadar Türkçe yazsam da insanlar beynimde üç dilin savaştığı, daha çok da Türkçe ve Kürtçenin çok amansız kavga ve etkileşim yaşadıkları bu tatlı rekabetten Türkçe yazılar çıksa da Kürtçe düşünülüp, sadece yazma formuna daha rahat ve düzenli biçimsel olarak Türkçe yazılmışlardır.
Zaten çok uzak olmayan bir sürede tüm dillerde yazılan yazıların yüzde yüz olmazsa da yüzde 70’ine yakın tüm dillere çevrilebileceğini hissediyorum. Bunda devlet olmanın avantajı da mutlaka olacaktır. Bu yüzden de dünyanın bir köşesinde, 4-5 şehirde de olsa özgür bir Kürdistan devletinin olmasını canı gönülden isterim. Yalnız ben ve benim gibi düşünen solcu Kürdistanlı devrimci aydınların en büyük amacı Kürdistan kurulduktan sonra komşularıyla, kansız bir şekilde yaşamak istiyorum/ istiyoruz.
Ne yazık ki devletin olmadığı için çoğu insan kılıklı hayvaniler seni insandan saymıyorlar. Mademki insan sayılman için devlet lazım ben de “devlet isterim” diyorum. O zaman en ırkçı, en faşist devletler bile bize mal satmak için sıraya girerler. Nasıl olur, biçimi ne olur o benim derdim değildir.
5-Nasıl yazıyorsun?
60 yıllık yaşantımda toplam 60 ay izin yaptığımı/ yaptığımızı hatırlamıyorum.
Ailesini, emeğiyle geçindirmeye çalışan yarı sağlıklı bir insanım. 30 yıldır Almanya’da günde 13-14 saat hatta çoğu zaman hafta sonları dahil olmak üzere çalışan bir insanım.
43 senedir sevdiği, bağlı olduğu, yakın durduğu örgütleri maddi manevi destekleyen bir insanım. Günde 2-3 gazete okumaya çalışan ve ayda en az 2-3 dergi alan , okuyan bir insan düşünün.
Her ay en az dört beş kitap alan bir insanım. ( Roman, öykü, araştırma.)
Ayda en az 2 politik, edebiyat toplantısı ve panele katılan bir insanım. Sadece bir iki örgütün değil insanlığa hizmet vermeye çalışan Kürt, Türk, Alman kim güzel ve dolu dolu bir etkinlik yaparsa beni orada görebilirsiniz. Düsseldorf, Duisburg, Essen , Köln, Leverkusen vb. şehirlerde. Çoğu zaman aile fertlerini de -bazen zorla- katmaya uğraşırım.
En az 3 ayda bir önemli bir partinin, gece veya festivaline, ya da çok önemli bir merkezi yürüyüşüne de uzakta da olsa katılırdım. Günde 50-60 sayfa öykü roman, kitap okuyan bir insanım.
Hiçbir zaman bir hafta da olsa evde veya otelde oturup uzun soluklu yazma fırsatı elime geçmedi.
Zaten önemli hikâyelerimi gece yarıları, sabaha karşı, çoğu zaman da bir hırsız gibi bir köşede kimseyi rahatsız etmeden yazmaya çalışırdım. Çünkü eşim sabah erkenden kalkıp işe gidiyordu, çocuklar da okula gitmek zorundaydı. Benim de onları rahatsız etme hakkım yoktu. En büyük yardımcım dizüstü bilgisayarım oldu. Çünkü ben bir yerde iki saat oturacak ve hareket etmeden yazacak biri değildim. Her iki bacağımdan baştan aşağıya üç kez ameliyat olmuş ve damarlarım kısaldıkları için, bir ayağımı diğerinin üzerine atamıyordum.
Yatakta oturur vaziyette yazmam gerekiyordu. Masada bile zorlanıyordum.
Birçok öykü ve yazımı havalimanında müşteri beklerken, arabanın arka koltuğunda yazmaya, temizlemeye çalışmışımdır.
O yüzden bazen yazılarımda bazı paragraflar sanki tekrar yazılmış gibi anlaşılabilinir.
Üç sayfalık bir hikâyeyi üç dört kez yazdığım ve bir iki sene beklettiğim çok olmuştur.
Başta 10 sayfa yazdığım öykünün, birkaç yazmadan sonra 2 sayfaya düştüğü çok olmuştur.
Yıllar içerisinde kurguyu ve yazma biçimini önceden biraz belirlemişsen bu süreç kısabiliyordu.
Son iki senedir evdeyim pek çalışmadım. Çeşitli sağlık problemleriyle uğraşıyorum. Ama buna rağmen 70-90 sayfa kendi öz yaşamımı yazmaya çalıştım.
Kürtçe hikâyeler yazıp yayınladığım oluyor, ama onda da editör arkadaşlarımın payı da vardır. Çünkü standarda yakın gramer kuralları beni çok zorluyor.
17-18 yaşında Kürtlüğünün farkına varan, ama esas Kürtçe konuşma ve yazmaya 35 yaşından başlayan bir insandan bahsediyorum.
Bunun Adıyaman, Maraş ve Malatya Kürtçesinin hâkim olduğu bir bölgeden gelen insanın yaşamı düşünüldüğünde trajedi ve zorlukların daha iyi anlaşılması gerekir.
6- Sürgün hayatı ne zaman başladı. Sürgünde bir Kürt yazar olmak nasıl bir duygu?
Babamın durumu iyi olmasına rağmen bazen babam bizleri Adana’ya pamuğa ve ırgatlığa götürürdü.
Genç yaşta İstanbul’da gurbeti yaşadım. Nedendir bilmiyorum kendimi hep Kürdistan’daki evimde bile sürgün hissetim. O yüzden kişi olarak kendimi hiçbir zaman, hiçbir yerde sürgünde yaşıyor saymadım.
Yaşamak zorunda olduğum için de kendimce benimsedim. Eşim benimsemedi. İkinci kez evlendiğim eşim de kabullenemedi.
Ama ben sağlık ve benzeri nedenlerle kendimi Almanya’da yaşamak zorunda hissediyorum.
Dünya vatandaşıyım. Gerçekten imkânım olsa Kürdistan’ın bir köşesinde metropole yakın kütüphane, sinema, tiyatronun yakın olduğu bir şehirde Hewler , Süleymaniye, Amed veya Mardin’de yaşamak isterdim.
Bu hayalim de herhalde içimde kalacak gibi.
Kürt bir yazar olarak kendi anadilinizde yazamadıktan sonra kendi toplumunuzda kabul görmeniz de zorlaşıyor. Bir de tabii benim gibi yirmi beş yıldır örgütlerden bağımsız bir birey olarak yaşadığımı da göz önüne alınca kabullenmeniz daha da zorlaşıyor. Yaşam bilinçli seçimler tercihidir. Tercihiniz, başkasının size tavrını da belirliyor.
Onlardan değilseniz , onları alkışlamıyorsanız işiniz daha da zordur. Kendi özelimde Anti Sovyetik bir gelenekten gelmeme rağmen ikinci kez cezaevinde ve devrimcilerin çekişme ve kavgalarından çok şeylere tanık oldum. O günden bu yana devrimciler arasındaki şiddetten tamamen koptum.
Bugün hâlâ bazı aymazlar Yılmaz Güney ve Yaşar Kemal gibi insanları bile Kürtçe yazmadığı için kabul etmeyen bence çarpık görüşlü insanlar vardır.
Gerçekten o bilince çok erken varmış olsaydım mutlaka Kürdistan’a veya İsveç gibi bir ülkeye gider ana dilimi çok daha iyi öğrenmeye çalışırdım. Çünkü bir dili iyi öğrenmek için ya o ortamda halkla beraber yaşayıp daha iyi öğrenecektiniz ya da o dalda üniversite düzeyinde dil eğitimi görmeniz gerekebilirdi.
Eğer İsveç’e gidip o ortamda 3-5 sene dil eğitimi alsaydım, buna da kendimi yazarlığa daha iyi hazırlasaydım, kendimce daha iyi olabilirdim.
Ama hiç de pişman değilim. -Üç kız çocuğu ve eşini bırakıp gitmek?- Avrupa’daki, Kürt yazarlar arasındaki paylaşma duygusu ve bir araya gelip tartışma kültürleri çok zayıftır.
Bu konuda Avrupalılardan öğreneğimiz çok şey vardır. Türkiyeli yazarlar olarak senede iki gün bir araya gelmekte pek çözüm değildir. Belki Pandemiden sonra daha değişik alternatifleri güçlendirmek gerekir.
PEN’A Kurd üyesiyim. O arkadaşlarımızla da verimli, düzenli bir çalışmayı, paylaşımı pek beceremiyoruz. Daha çok samimi birkaç arkadaş paslaşarak bir şeyler geliştiriyorlar. Tabii ki dili çok iyi bilen, iyi eğitim almış, yılarca şiir ve sanatla uğraşan binlerce Kürdistanlı sanatçı vardır. Onlar bu çerçevenin dışındadır.
Türkiyeli bir yazar iki zorluk yaşıyorsa Kürt yazarı onun dört katını yaşıyordur. En başta Kürtlerin çoğu anadillerini okuldan ve baskı altında olmadan özgürce yaşamamışlardır. Yazı yazmak için gerekli donanım, bilgi beceriyi elde etmek için çok çok efor sarf ediyorlar. Çok istemelerine rağmen önlerinde bu yönlü materyal ve malzeme çok azdır. Dillerinde standart bir biçim günümüzde daha sağlanmamıştır.
Özellikle roman, öykü hikâye fabllarda sömürgeciliğin ve ona karşı mücadele, sanatın estetiğine ve önemine değer verilmesine zor fırsat vermektedir. Buna rağmen çeşitli Kürt edebiyat sevdalısı olanlar dünya klasiklerini Kürtçeye çevirip yayınlanmalarını sağlayarak bu alanda istenilen düzeyde olmazsa da iyi gelişmeler yarattılar. Günümüzde Sarventes, Şekspir, Hamlet, dünyada nam salmış, edebiyat yazarlarının hikâyeleri, şiirleri Kürtçeye çevrilerek yayımlanmıştır. Dünyanın en zor sayılan James Joyce’nın ULYSSES’İ bile Şekpir’in Külliyatını, Kürtçeye çeviren, saygın çevirmen Kawa Nemir, o kitabı da Kürtçeye kazandırdı. Umuyorum onu da önümüzdeki yıllarda Kürtçe olarak raflarda göreceğiz.
Komşu ve ezen kültürün Türkçe dilinde yazan önemli şair, öykücü ve romancının eserleri Kürtçeye çevrilmiştir. Bunların %90 sının bu işleri yapan insanların göz nuru, emeği ve edebiyat aşkıyla yapılmaktadır.
Kürt dilinin olmadığını söyleme ahmaklığında bulunan birinin edebiyat kitap Fuarın da Donkişot, Şekspir, İnce Mehmed çevirilerini İngilizce sonelerin cild cild yayınlandığını göreceklerdir.
Dünya klasiği Hamlet oyunun Kawa Nemir tarafından Kürtçeye çevrilerek kalabalık bir oyuncu eşliğinde Türkiye’nin, Kürdistan’ın Avrupa’nın birçok şehrinde dolu salonlara oynadığını ve çok itibar gördüğünü çok az edebiyatsever bilmektedir.
Bugün birçok Türk yazarı sayılan insanların, örneğin, Şükrü Erbaş, Ahmet Telli, Özcan Karabulut, Jaklin Çelik vb. daha onlarca yazar Kürtçeye çevrilmiş, çevrilmektedir.
Bu çabanın en önemli sonuçlarından biri de halklar arasındaki dostluk, dayanışma ve dürüstlüğün birlikte yaşadığın halkın kültürüyle yaşamaktadır. Acaba kaç Türk, Kürtçe öğrenip Kürtçe eserleri Türkçeye çevirmiştir. (İstisna olarak , belki bir iki kişi-) Gerçekten bunun örnekleri var mıdır merak ediyorum. Bu konuyu da ilerde daha iyi araştıracağım.
Bunun bariz bir örneği de Kürtçe yazılan bir eserin dağıtım ağına girmesi okuyuculara ulaşması çok çok daha zordur. Kendi adıma edebiyat aşkı ve Kürt kültür bahçesine, kütüphanesinde iki eserin daha katılması dileğiyle yazıp yayınlamaya çalışıyorum. Yoksa kitaptan gelecek maddi bir şey beklemiyorum.
Kendim önceleri yurtdışına çıkmayı, kaçmayı ayıp bir şey, mücadeleden kaçış olarak sayıyordum. Birçok arkadaşım da böyle düşünüyordu. Birkaç yoldaşım bunda ısrarcı olmalarını çok acı bedellerle ödediler. Kendimde, psikolojik olarak kişilik bozukluğu ve sağlığı çok bozulmuş bir şekilde ailemi, işimi her şeyimi bir kenara bırakıp bir hırsız gibi Türkiye’den ayrıldım. Bu acı olayın da ayrıntılarını Yaşam öykümde anlatıyorum.
7- Türkiye’de kitap yayınladınız mı? Türkiye’de yazar olmak ile Avrupa’da yazar olmak arasında nasıl bir duygudur.
Sömürge bile olamayan bir halkın evladı olarak Türkiye’de Kürdistan’da yaşadığım müddetçe kendimi bir cenderede hissettim. Birkaç kelime ve iki slogan attı diye aylarca cezaevine tıkıldığım bir ortamdan geliyorum. Türkiye’de yaşamak zorunda kalsaydım eğer kitap yazma ve yayınlama imkânım olsaydı da kendi ismimle yayınlayıp halkın karşısına çıkacağımı çeşitli nedenlerden mümkün olmadığını biliyorum. Muhalif bir insan olarak kısa zamanda içeriye tıkılırdım. Nitekim tanıdığım iki arkadaş da ancak emekli olduktan sonra birkaç kitabını okuyucuya ulaştırabildiler. Bunda en çok rol oynayan da ceberut, işten atılma korkusunun görece ortadan kaldırılmasıydı.
Eğer sisteme ters bir şeyler yazıyorsanız Türkiye gibi ülkelerde işiniz çok daha zordur. O şartlarda, insanlığa hizmet eden tüm dallarda üretenlere çok büyük saygı duyuyorum.
Gerçek kimliğimle Türkiye sınırlarında benim yazar olarak yaşamam çok zordu. Zaten o oto sansürün dışına çıkmak için kendimle yılarca mücadele vermiştim.
Hem slogancı bir dilin uzağında, muhalif halkların tarafını tutan gerçek bir sosyalist olarak yaşıyorum. Kürt tavrını savunup bunu basında dile getirmek ve kabullenme bana göre çok zordu. Bu niteliklerimi 2002 yılında yayınladığım ilk kitabımdan beri sürdürüyorum. Aklım başımda olduğu müddetçe bunları savunacağım. Bunların dışında bir şey savunursam bilin ki belki de Alzheimer’a yakalanmış, düşünce yitişi bende gelişmiştir. Çok ileri yaşlarda bazı yazarların kafaları karışabiliyor. Tabii ki yazı ustam Vedat Türkali- gibileri bundan muaftır.
Benim açımdan ise 12 Eylül’ün bana göre eksik olan bir yönünü, NEDEN KÜRDİSTAN VE TÜRKİYE’DE SÜREKLİ CEZAEVLERİ AÇILIYOR. Bunun yanı sıra, bu gerçeği saptırarak RUH SAĞLIĞI ismi altında modern Akıl hastaneleri açılıyor. Sınırları zorlayan ve toplumda yurt dışına kaçamayıp sürekli bir şekilde devlet görevlilerini rahatsız edenleri, Ruh Sağlıkları bozulmuş denilerek hizaya getirilme –tek tipleştirme fabrikaları açılıyor. Günümüzde cezaevleri daha çok düşünce suçlularını hizaya getirme, ucuz işgücü olarak kullanma ve hizaya gelmeyenlerin beyinleriyle oynayıp halkın akıllı insanlarını öğütme görevi görmektedir. Yıllarca tek kişilik hücrelerde her türlü iletişim ve gelişim araçlarından yoksun tutularak, psikolojik işkenceler eşliğinde, teslim alınma, itirafçı konumuna düşürme, daha neler neler…
Bende “BERBERİN DANSI” isimli kitabımın- ana fikri olarak bunu temel alıp- içerden bir göz ve anlatımla, uzak olmayan bir gelecekte insanlık mahkemesinin savunucularına güçlü bir iddianame ve tanıklık raporu da denilebilecek ama – edebiyatın ve sinemanın, senaryonun- kurgunun bilinci ve gücüyle harmanlanmıştır.
Bu cezaevi ve Ruh sağlığı hastanelerinde kalan getirilen insanlar—‘’Hastalar ‘’ nasıl yaratılıyor, dönüştürülüyor, toplum nasıl aptallaştırılıyor.
Bir okuyucumun deyimiyle – ‘‘…böylesine kısa bir eserde (168-sayfa) Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçek yüzünü ( %50sini -) bana, bizim gibi insanlara tanıştırdığın için…’’
12 Eylül’ün temel hedeflerinden biri, raydan çıkanları sakatlayıp, yıllarca içerde süründürmek, her birinin onarılmaz hastalıklara yakalanmasını sağlamak. Onların şahsında dışarı çıkanlara- bakın işte güvendiğiniz –kahramanların gerçek durumu budur. Bunlara özenip bir daha başkaldırmayı, devlete karşı çıkmayı göze alırsanız… bu sefer… yakalama, yargılama cezaevinde beslemeye gitmeyip… Mehmet Ağar’ın Kürdistan’daki sayıları pek de katmayarak… 1000’den çok başarılı OPERESYON yaptık. Beyaz Toroslar, faili belli- meçhuller, köy yakmalar, haritadan silinen köyler, haritadan silinen anılarımız, tarihimiz, yerleşim isimleri değiştirilerek…
Canını bir şekilde kurtarabilenlerin naylon çadıra bile layık görülmeyen milyonlarca Kürt ve diğer muhalifler… Bu gerçeklerden uzaklaşıp birkaç öykü ve roman yazmak… Bu ve benzeri çabalar ileride çok daha iyi anlaşılacaktır. Bugün, Dersim (DESİM) katliamını, 33 Kurşun’u Roboski’yi, Resmi tarihi sorgulayan ve yargılayan birer tarihi belge olan İsmail Beşikçi’nin Osman Sabri’nin, Ape Musanın, Naci Kutlayın, sesleri ve varlıkları kısılan, yok edilen sadece numune biçiminde kalan Ermeni halkı, Ezidi, Süryani, Keldani, halklarının çığlığını duyup yazıya geçiren değerli mikro tarihçilerden Kemal Yalçın’ın paha biçilmez değerli emekleri çok geç olmayan bir zamanda görevlerini yerine getirecektir.
Kimse sanmasın ki bazı değerli kalem, sanat erbabı insanlar eserleriyle günü kurtarmak için yazıyorlar. Bilerek veya farkında olmayarak çok tarihi roller oynamaktadırlar.
8- Sana sorulan soruların başında ise daha çok yaşadıklarını yazıyor diyorlar buna ne dersin?
Daha kolayıma gittiği için çoğu yazımı –Ben- kipiyle yazıyorum. Bu da daha çok okuyucuyu yazının içine çekip ilgiyi, merakı artırıp, kendinden parçalar bulmalarını sağlamak için deneme yazılarımdır.
Özellikle Berberin Dansı ve Taksi hikâyeleri için dillendiriliyor. Taksi hikâyelerinin bir mantığı vardır. Öyle yazılması gerekiyordu. Ruh Sağlığı Hastanesinde geçen romanımı ise daha çok sinema tekniğiyle , senaryo biçimiyle, bir hademenin bir berberin ilişkide olduğu, girip çıktığı mekânları ve insan ilişkilerini daha rahat anlatma yöntemi olarak kurgulanmışlardır. Kendim yazıda başkasının elini, işimi kolaylaştırmak için gaipten yardımcı aramam. Kurguya hizmet ediyorsa ayrı. Yoksa kolay çözüm ve mutlu son bana göre değildir.
Berberin Dansı romanımı iki yıl sonra okuyan eski eşim; “Hani kendi yaşamını yazacaktın? Bunun için aramıza uçurumlar girdi. 22 yıllık evliliğimizi bitirdik. Bu kitapta gördüğüm kadarıyla senin yaşadıklarının yüzde onu bile yoktur.” demişti. Edebiyat ve gerçeği arama çabanızı saygıyla selamlıyor, başarılarınızın devamını dilerim.
9. Sevgili Sırrı Ayhan bu söyleşi için çok teşekkür ederim.
Ben de sana ok teşşekkür ederim Kemal Hocam!
Düsseldorf – Bochum, 26 Ocak 2021, Sırrı Ayhan-Kemal Yalçın