Mehmet Tepebaşı’nın hayatı müebbet hapislikten başarılı bir yazarlığa ulaşan bir hayattır. Dünyayı değiştireyim derken, dünya onu değiştirdi. Onun hayatının iki ayı sorguda, 6 yıl 8 ayı çeşitli cezaevinde olmak üzere yaklaşık yedi yılı hapislerde geçti. Dünya edebiyatını hapishane kitaplığındaki kitapları okuyarak tanımaya başladı. Okudukça düşündü, düşündükçe okudu. Dünya klasikleri onun dünyasını değiştirdi. Hayatı, dünü, bugünü, yarını yeniden düşündü. Kendi kendini yeniden yarattı. Silahı bıraktı eline kalemi aldı. Öyküler, şiirler yazmaya başladı.
Mehmet Tepebaşı çok zor geçen hayatını yazarlığa dönüştürebildi. Yazarak hayatta kalabildi. Yaza yaza, düşüne düşüne, okuya okuya kendini değiştirdi. Sıfırlanmış hayatını yeniden kurdu.
Mehmet Tepebaşı dünyayı ve Türkiye’yi değiştirmek isterken kendini değiştiren bir yazardır. Onun hayatı inanılması, hayal edilmesi bile zor olaylarla geçti
Hapisten çıktıktan sonra başka isimlerle hayatını yeniden kurmaya çalıştı. Sahte kimliklerle hayatı kurmak çok zordur. Bunu yaşayan bilir. Etrafındaki çember daraldı. Türkiye’de yaşayamaz hale düştü.
Gözleri arkada kalarak anayurdunu, kurtarmak istediği, değiştirmek istediği Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. 18 Mart 1991 tarihinde Hollanda’ya ulaşabildi. Bu tarihten itibaren Hollanda’da hayatını yeniden kurdu. Bütün kitaplarını Hollanda’da yazdı. Mehmet Tepebaşı’nın hayatı benim, senin, bizlerin hayatlarının bir parçası, bir özetidir.
1 Mayıs 1959 tarihinde Sivas ili, Kangal ilçesi, Irmaç adlı Alevi-Kürt köyünde dünyaya gelmiştir. Bu köy 1915 yılına kadar bir Ermeni köyü imiş. Irmaç köyünün hikâyesi de Mehmet Tepebaşı’nın hayat hikâyesi gibi çok karışık, çok acılı. Irmaç köyünün insanları aç, sefil, perişandı. İnsanlar kendi başlarını kurtarmak için büyük şehirlere göçüyorlardı. Mehmet Tepebaşı’nın ailesi de Adana’nın bir gecekondu mahallesine göçtü. Mehmet Tepebaşı bu nedenle kendini Adanalı kabul eder.
İlk ve ortaokulu Adana’da takdirname ile bitirmişti. Lise’de başarılı bir öğrenciydi. Lise 2’de iken kendini siyasi çatışmaların içinde buldu. Her gün okulu ve mahalleyi MHP’li “komandolar” basıyor, terör estiriyor, öğrencileri ve insanları korkutuyorlardı. Canını kurtarmak için “komandolara” karşı delikanlı heyecanıyla arkadaşlarıyla birlikte mücadeleye başladı. Yer yerinden oynamıştı. Rüzgârlar soldan esiyordu o zaman! Bir sel akıyordu kendi yatağını kendi açarak ve insanları içine çekerek. Mehmet Tepebaşı da bu sele katıldı, daha doğrusu akan sel onu da içine aldı. Uzun uzun düşünmeye zaman yoktu. Hayat onu erkenden olgunlaştırdı. Canını kurtarmak isterken polis tarafından aranır duruma düştü.
12 Eylül 1980 darbesi sırasında Mersin’de idi. Mücadele şartları daha da zorlaşmıştı. Başka kimliklerle canını korumaya çalıştı. Olmadı, etrafındaki çember daralıyordu. Büyük umutlarla Lübnan’daki Filistin kamplarına gitti. Üç yıl kaldı oralarda. Filistinliler yenilince Mehmet Tepebaşı da Türkiye’ye dönmek için yollara düştü. Tam sınırı geçeyim derken, tel örgülerin önünde yakalandı. 6 yıl 8 ayı çeşitli cezaevinde olmak üzere yaklaşık yedi yıl hapiste kaldı.
Mehmet Tepebaşı’nın hayatı müebbet hapislikten başarılı bir yazarlığa ulaşan bir hayattır. Mehmet Tepebaşı çok zor geçen hayatını yazarlığa dönüştürebildi. Yazarak hayatta kalabildi. Yaza yaza, düşüne düşüne, okuya okuya kendini değiştirdi. Sıfırlanmış hayatını yeniden kurdu. Nasıl kurdu? Nereden nereye geldi? Ben sordum, o cevapladı. Birlikte okuyalım.
Kendinizi tanıtır mısınız?
Altmış iki yaşındaki birinin kendini “kısaca” anlatması o kadar kolay değil. Her yıla bir satır düşse, altmış iki satır eder ki, nereden baksan iki kitap sayfasını kaplar. Ama ben yine de sizi kırmayıp, “kısaca” anlatmaya çalışacağım.
Köye ait anılarım oldukça az, ama asla unutamayacağım güzel sahnelerin olduğu bir siyah beyaz filmdir kafamda. Sonra Adana’ya göçtük. Hayatımdaki ilk treni, ilk faytonu ve iner inmez yediğim, tadını asla unutmadığım ilk dondurmayı bu vesile ile görmüş oldum. Bir de hemen, ama sözcüğün gerçek anlamıyla hemen Adanalı oldum. Hani Adana bir insan olsa, boynuna sarılıp, bir daha asla bırakmayacak, küçücük ve incecik kollarımın yettiği bir kuvvetle canını acıtacak kadar Adanalı. Biraz büyüyünce, toprağına oturup onu, annemin benim başımı okşarken gösterdiği şefkat kadar bir sevgiyle okşayacak kadar Adanalı!
Oysa henüz Adana’yı görmemiştim bile. Onun bir mahallesinde, hem de şehir sınırının son çizgisinde, hatta çizginin dışında kurulmuş, yolu, suyu, kanalizasyonu olmayan, portakal bahçeleriyle çevrili bir semtinde (o da semt denirse) yaşıyorduk. Kışın, dizimize kadar gelen çamurlar içinde oynaya zıplaya yürümeye çalışır; yazın tozun, toprağın farkına bile varmadan Adana’ya olan sevgimi biriktirirdim.
İlkokul ve ortaokul yıllarımda oldukça başarılı bir öğrenciydim. Liseye başladığım ilk yıl aynı başarıyı gösterebilmiştim ama, artık dikkatimi çeken başka ve giderek önemini artıran şeyler etrafımda olmaya başlamıştı. Bilindiği gibi, MHP ve onun paramiliter gücü olan “Komandolar” Adana’ya, şehrin jeopolitik konumu nedeniyle özel bir önem vermişlerdir. Her faşist örgütlemenin pratikte yaptığı gibi, bunlar da Adana’da bulundukları her yerde çevrelerine korku salmaya, baskı yapmaya ve giderek hızı artan bir şiddet uygulamaya başlamışlardı.
Bu durum, “kanı deli fişek” akan biz Adanalı gençleri isyanın kenarına itiyordu. Hele polisin desteğinde bunu yapmaları, göz göre göre polisten destek almaları bizi iyice çileden çıkarıyordu. Böylece sınıf mücadelesinin anlamını henüz bilmeden, sınıf mücadelesinin tam ortasına, “Adanaca” bir dil kullanarak dalmış oldum.
Kısa süre sonra Adana’da aranır duruma düşmüştüm. Bu nedenle, başka şehirlerde, başka isimlerle faşizme karşı mücadelede yer almaya çalıştım.
12 Eylül geldiğinde Mersin’deydim ve orada da başka bir isimle, (ama çok yoğun bir biçimde) aranır durumuna düşmüştüm. Dolayısıyla başka şehirlere ve başka kimliklere bürünerek ülkenin üstüne çöken karanlık zulüm perdesini yırtmaya, en azından bir delik açmaya çalıştım.
Ama zaman kötüydü ve etrafım giderek daralmaya başlıyordu. Tam bu sırada, Suriye ve Lübnan’daki kamplarda yeniden toparlanmak ve mücadeleyi daha bilinçli bir şekilde sürdürmek için bir araya gelen arkadaşlarımdan, yoldaşlarımdan, beni de bu çalışmaya davet eden bir pusula aldım.
Büyük bir sevinç ve umutla Suriye’ye, Filistin kamplarındaki arkadaşlarımın yanına gittim. Üç yıla yakın bir süre sonra Filistin kampında kaldım. Üç yılda yaşadıklarımı Yaşanmamış Sayılan Anılar adlı kitabımda ayrıntılarıyla anlattım.
Türkiye’ye dönerken sınır tellerinin hemen önünde yakalandım. İki ayı sorguda, 6 yıl 8 ayı çeşitli cezaevinde olmak üzere yaklaşık yedi yılım fiili tutsaklıkla geçti. Tutsaklık yıllarımı Unutulması İstenen Yıllar adlı kitabımda anlattım.
8 Mart 1990 yılında, “pardon” deyip dışarı saldılar. Bu kez de askerlik sorunuyla karşılaştım. Ancak bir yıl kalabildim Türkiye’de. Gözlerim arkada kalarak anayurdumdan ayrılmak zorunda kaldım. 18 Mart 1991 tarihinde Hollanda’ya ulaşabildim. Bu tarihten itibaren Hollanda’da hayatımı yeniden kurdum. Evliyim. “Su” ve “Ada” adlı dünyalar tatlısı iki kızım var.
Dünyayı değiştireyim derken, dünya beni değiştirdi. Yazar oldum.
Hollanda’ya ne zaman ve nasıl geldiniz?
Önce neden geldiğimi anlatayım istersen. Dediğim gibi, cezaevinden çıktıktan sonra, askerlik sorunuyla karşı karşıya kaldım. Yedi yılımın dört yılını askeri cezaevinde geçirmiş biri olarak, iki yıl daha onların içinde kalma düşüncesi tüylerimi diken diken etmişti. Kısa bir zaman için izin alıp bir daha da uğramadım o “muhite”! Asker kaçağı durumuna düşmüştüm. 31 yaşındaydım, ama kendimi o zamanlar çok yaşlı gördüğümden, kimse benden şüphelenmez nasıl olsa diye çok rahat geziyordum.
Evlendim, kendimce iş kurdum İzmir’e yerleştim. Oldukça rahattım anlayacağınız. Sonra Baba Bush Irak’a saldırı düzenledi. Bu yurtdışında yaşayan arkadaşları benim için telaşlandırdı. “Biz olayları yurtdışında daha iyi gözlemliyoruz, savaş uzun sürecek ve Türkiye savaşa katılacak,” diyorlardı.
Savaş zamanında asker kaçaklarının cezası ağır olurmuş, bu durum geçene kadar yurtdışına çıkmalıymışım; zaten ille de iltica etmek zorunda değilmişim; gönderecekleri pasaportla pekâlâ Avrupa’da kalabilirmişim!
Velhasıl, sonunda beni geçici bir süre için yurtdışına çıkmaya ikna ettiler. Bir fotoğraf gönderdim, kısa bir süre sonra bir pasaport ve oturum kartı geldi. Uçağa binip Avrupa’ya çıktım.
Böyle düz bir biçimde anlattığıma bakmayın. Bir roman olacak kadar yoğun, ilginç ve herkesin “Bugüne kadar Avrupa’da böyle bir olay olmamıştır!” dediği şeyler yaşadım. Yazmam gereken, yazmamım zorunlu olduğunu düşündüklerim bittikten sonra, “yurtdışı hikâyemi” mutlaka yazacağım.
Hollanda’da hayatınızı nasıl kurdunuz?
Ben biraz şanslı bir ilticacıydım. Geldiğim yıllarda iltica başvurusu yapanlar zorunlu olarak kamplarda kalıyorlardı. Ama birçok arkadaşım bana, her türlü sorumluluğu üstlenerek sahip çıktılar ve ben bir arkadaşın evini adres bildirip Amsterdam’da kaldım.
Kısa zamanda Türkiye’de kalan eşim için sahte bir pasaport ayarlayıp onu da uçakla Amsterdam’a getirttik. Kısa sürede politik ilticacı olarak oturum aldım. Sorunlar işte o zaman başladı. Kira, elektrik, su parası ödeme zorunluluğuyla ve her şeyden önemlisi de o zamanda da şimdi de hiç anlamadığım ve bence asla da anlamayacağım “Vergi işlemleri” ile karşılaştım.
Yazarlık hayatınızı anlatır mısınız?
Bu soruyu sormanızdan korkuyordum doğrusu. Çünkü bu soruya ister bir yazar-şair olsun, ister bir müzisyen ya da ressam, aşağı yukarı alınan yanıt şöyle başlar: “Biraz klasik yanıt olacak ama ben daha beş yaşındayken ilk romanımı, ilk şiirimi; ilk bestemi, ilk sergi açacak resimlerimi yaptım! Evet, evet daha beş yaşındayken.”
Ben işi o kadar uzağa götürmeyeyim ama vallahi billahi daha ortaokul sıralarında, edebiyata ve yazmaya çok merakım vardı. Daha çok, her okunduğunda bir daha okunması istenen kompozisyonlar, küçük hikâyelerle giderirdim bu yazma merakımı. Hatta bir roman yazma deneyimim bile olmuştu. Konusunu hâlâ anımsarım. Emekli olmuş bir sendikacı, hakkını aramak isteyen ve bu uğurda başına türlü işler gelen genç işçilere yol gösteren bilge, cesur bir adamdı kahramanım. Aslında dayımı anlatmaya çalışmıştım o zamanlar.
Sonraki yıllarda, edebi yazılarım bildiri yazma seviyesine indi. Çok edebi olmayabilirdi ama yine de bence ortalama bir bildiriden kendine özgü bir farklılığı vardı.
Cezaevi yılları, edebiyat denen şeyin, aslında ne olduğunu daha iyi anlamamı sağladı. Her koşulda okuyarak, çok farklı konular, düşünceler ve yaşam hikâyeleriyle tanıştım. Cezaevlerinin ilk yıllarında dışarıdan kitap almak yasaktı, ama kendi kütüphanelerinde o kadar ilginç kitaplar vardı ki, farkında bile değillerdi.
İşin doğrusu o kitapların değerlerini biz de okuyana kadar pek farkında değildik! Dante ile tanışmam, İlahi Komedya’yı okumam, günümüz deyimiyle “level” atlattı bana. Şu anda elimde bir yeni basımı var ama çok kötü bir çeviri ve o eski tadı alamıyor insan.
Sonra Shakespeare’e rastladım. O kadar güzel çeviriler vardı ki, o ağır ağdalı dil, bizim anlayacağımız bir güzelliğe sahipti. Ünlü, Hamlet oyununda o her yerde mutlaka gösterilen kuru kafayla birlikte başlayan, “Olmak ya da olmamak!” dizelerini ezbere biliyordum. İtiraf etmeliyim ki, şimdi çok azı kaldı belleğimde!
Romeo ve Julliet’ten Otello’ya, Windsor’un Şen Kadınları’na kadar birçok yapıtını merakla ve severek okudum. Doğuda İbn-Haldun’un Mukaddime’si vardı. Kısaca, dışarıda pek kıymet vermediğimiz birçok eserin aslında ne kadar büyük yapıtlar olduğunu, insanın ufkunun, yaşama bakışın ne kadar derinleşebileceğini hapishanede okuyarak, inceleyerek görmüş oldum.
Cezaevleri insanı şair, yazar, ressam yapar mı diye bir tartışma vardır. Yukarda anlattıklarım belki bu tartışmaya bir ışık tutar.
Hayır, cezaevi bir yazar çıkarmaz ama yazma yeteneğini ortaya çıkarmaya büyük katkı sunabilir. Orada daha fazla yoğunlaşabilir, iç dünyanın daha fazla farkına varabilirsin. Birikim arttıkça onun dışarı çıkması da kaçınılmaz oluyor. Küçük hikâyeler yazıyordum kendime.
Bir roman başladım ama koşullar bitirmeme engel oldu. Yazdığım roman ortaokulda yazdığım romanın daha siyasal, daha bilinçli bir biçimi olacaktı. Dediğim gibi bitiremedim. Fakat küçük hikâyelerim defterimde yerlerini aldı hep. Ankara Ulucanlar Cezaevi’nden tahliye olduğumda bir iki genç arkadaş, aldı elimden öykü defterimi. İçim cız etti ama kıramadım onları. Aynılarını yeniden yazabilirim sanıyordum. Dışarı çıktıktan sonra defalarca denedim ama hiçbiri orada yazdıklarıma benzemedi. Bu nedenle bir daha denemedim.
Dışarı çıktığımda, yazmak gibi bir düşüncem yoktu. Ama 12 Eylül’de cezaevine girip, sonra dışarı çıkmış birinin yaşamını konu alan bir filme gidince, “biz yazmalıyız” fikri oluştu. Zeki Alasya’nın yönettiği bir filimdi.
Cezaevinden çıkan ve bunalıma giren kişinin travmalarını herkes derin bir üzüntüyle izlerken, ben güldüm. Perdeden yansıyan travmalar bizim zindanlarda yaşadıklarımız karşısında “devede kulak” bile olamazdı. Bir burjuva aydınına göre her gün koyun gibi sayılmak travma idi, insanlığa sığmaz idi, ama her gün, bazen gece gündüz dayağın, işkencenin, tecavüze uğramanın, gece idam edilme senaryoları gibi oldukça gerçekçi uygulamaların tanığı olan gerçek mahpuslar için “sayım vermenin” travma yaratacağını düşünmesi komik kaçardı.
Bu nedenle yazmamız, bizim yazmamız gerekir diye düşündüm. Yazma serüvenim böyle başladı diyebilirim. Yurtdışında, ilk kitabımın önsözünde de belirttiğim gibi, özel bir duyum almam, bu konudaki düşüncemi daha da fişekledi ve kaleme alma süreci yaklaşık 10 yıl süren ilk kitabımı yazmış oldum.
Bugüne kadar kaç kitap yayımladınız? İsimleri nelerdir?
Bugüne kadar üç buçuk kitap yazdım. Buçuğu aşağıda açıklayacağım!
Birinci kitabım: Yaşanmamış Sayılan Anılar
Bu kitap yeniden toparlanmak için, Suriye’ye çıkışı, oradaki kamplarda, hem kendi aramızdaki, hem de Filistinlilerle olan ilişkiler; 1982 Haziranında başlayan ve Filistin Örgütlerinin yenilmesi, Lübnan’ı terk edip Tunus’a gitmeleriyle sonuçlanan İsrail- Filistin-Suriye savaşı -ki bildiğim kadarıyla bu savaşı kimse yazmadı- sonra beyinlerinde yeniden mücadele kararlılığı, yüreklerinde birkaç yıl ayrı kaldığı ülkelerinin özlem ateşiyle Türkiye’ye geri dönerken sınırın hemen önünde pusuya düşüp yakalanışı anlatıyor.
İkinci kitabım: Unutulması İstenen Yıllar
Birinci kitabın bittiği yerden başlayan ve Kırıkhan, Antakya, İskenderun ve son olarak Mersin Siyasi şubelerinde yapılan işkenceleri anlatan hem işkencecilerle hem de kendisiyle (iç) hesaplaşmaya çalışan, benim her yerde söylediğim gibi, Okunabilir bir işkence kitabı.
Üçüncü kitabım: Portakal Çiçeği Kokusu ve Bir de Adana
Cezaevinde yatarken, “Bir gün bunları mutlaka yazacağım,” dediğim kendi yaşadıklarım ya da başkalarından dinlediğimde yazacağıma dair söz verdiğim öyküler.
“Artık yeter bu cezaevi edebiyatı,” diyen yazar arkadaşlar var. Belki kendilerine göre haklıdırlar. Ama bu arkadaşların, uzun süre mahpus yatmış olanlar için, bugüne kadar yazılanların daha bir başlangıç olduğunu bilmeleri gerekiyor. Onlar yazmaya kalkmasın, yazanları engellemesin yeter! Çünkü yaşanılanlar o kadar anlatılmaz ki, bir olanaksızı başarmaya çalışanlar, bu konuya bir laborant tarafsızlığı ya da duyarsızlığıyla bakanları anlamaları mümkün değil.
Bu bir Ermeni’ye, “Ya yeter artık! Öykülerinde acı olmasın!” demek gibi bir şey. Acı görmek istemeyenler gözlerini kapatabilirler. Hazır gözlerini kapatmışken okuma zahmetinden de kurtulmuş olurlar ki, yakındıkları şey kendiliğinden ortadan kalkmış olur. En azından kendi adıma söyleyebilirim ki, cezaevleri, 12 Eylül 1980 döneminde zulüm görmüş insanları, onların hem cezaevinde hem de dışarıdaki yaşama uyum sağlamada verdikleri mücadeleleri anlatmaya devam edeceğim.
Adana’ya Kar Yağmış “buçuk olan kitap”
Bu kitaba özel bir önem veriyorum. Çünkü 20 Adanalı ya da kendini Adanalı hisseden yazarın, sanatçının bir araya geldiği Sevgili Behçet Çelik’in derlediği bu kitap Adana’yı, onun sosyal, kültürel, tarihsel arka-alt yapılarını inanılmaz güzel bir dille anlatan bir kitap. Kimler yok ki bu kitapta. Beni davet etmeleri, bana diğer kocaman kocaman yazarlarla aynı sayfa sayısı ayırmaları müthiş bir şeydi. Beş baskı yaptı ki, bir şehir kitabı için çok ama çok iyi bir sayı.
Ayrıca başka yazarların yazdığı birçok kitapta, hikâyelerim, anlatılarım ve röportajlarım basıldı. Söylemeden geçemeyeceğim. Hollanda’da 1995 yılında Taraf adlı bir dergiyi yedi sayı çıkarmayı başardık. Yaklaşık bir buçuk yıl süren bu serüven, benim için katkıları olan bir deneyimdi. Basım yılından da anlaşılacağı gibi bu derginin sonradan çıkan Taraf Gazetesiyle hiçbir ilgisi yoktur!
Sürgünde bir yazar olmak ne demektir?
Sürgünden kasıt, “örgütlü bir güç ya da devlet tarafından başka yere gönderme işlemine uğradın mı?” ise, kişisel olarak bu anlamda bir sürgün hayatım olmadı. İlk müebbet cezası aldığımda, beş yıl Maraş’a sürgün edilme cezası da almıştım. Ama sonra bu ceza bozuldu. Bu nedenle resmi bir sürgün yaşamım olmadı. Ama soru, doğduğunuz ve alıştığınız bir yerden, başka bir yere göç etmek ve orada yaşamak zorunda kalmayı içeriyorsa yanıtım biraz arabesk olacak ama: “Hayatım sürgün abi!”
Dedelerimin dedeleri, Kürt ve Alevi oldukları ve büyük bir olasılıkla da bir başkaldırıya karıştıkları için Sivas’a sürülmüşler. Çok büyük bir olasılıkla onlar sürgün edilirken, kılıç mızrak gölgesinde yapmışlardır bu yolculuğu. Ama sürgüne gönderilmek her zaman süngülerin gölgesinde olmuyor. Kendi şehrinde, topraklarında, ülkende yaşama olanaklarının yok edilmesi de zorunlu bir başka yerde iskâna neden oluyor.
Bu anlamda tam otuz yıldır, sürgünde yaşıyorum. Hemen cümleyi bitirmeden hatta büyük harflerle yazayım ki, SÜRGÜNDE YAŞAMAK ÇOK AMA ÇOK ZOR BİR YAŞAM! Dolayısıyla bir yazar için de zor bir yaşam. Hatta sürgündeki bir yazarın zorluğu normal bir sürgün yaşamından daha zordur. Yüzlerce sorun içinden iki tanesi daha öne çıkıyor:
Birincisi, başka bir ülkede, başka bir toplum içinde, başka bir kültürde yaşıyor olmak. Her ne kadar bu insanı daha zengin hale getirir gibi geliyorsa da yeni yaşam biçimine alışmak, onun kültürel değerlerini kavramaya hatta daha önemlisi içselleştirip beğenmeye ulaşmak hem emek hem de fedakârlık istiyor.
Üstelik bu fedakârlık, bir yazar için yaşamsal öneme sahip olan, geldiği yerin bazı geleneklerini, alışkanlıklarını, kullandıkları dillerini unutmaya neden olabiliyor. Eskiden önemsediğin, belki de öykülerinde kullanmak istediğin birçok şey anlamsızlaşabiliyor.
Hem buradaki yaşama katılmak, içinde yaşadığın toplumun duyarlılığını taşımak, belki bir örgütlülüğe katılmak; öte yandan yazmak istediğin toplumun duyarlılığını hiç eksiltmeden içinde saklayabilmek. Bunlar hiç kolay değil!
İkincisi de yazdıklarının kaderi tümüyle senden bağımsız olarak çiziliyor olması. Bu beni fazlasıyla üzen bir durum. Ne basımını, dağıtımını ne de satımını denetleyebiliyorsun. Tam bir çaresizlik içinde sana ne verilirse ne anlatılırsa onunla yetinmek zorunda kalıyorsun. Zorunlu kabullenmenin yarattığı çaresizlik, insanın iştahını, şevkini kırıyor. Senin ürettiğin, yazdığın, yıllarca emek verdiğin bir şeyin, bu işi alışkanlık hale getirmiş duyarsız insanlar tarafından örselendiği duygusuna kapılıyorsunuz. Çaresizliğin en koyusunu yaşıyorsun.
Herkes için geçerlidir ama bir yazar için ÇARESİZLİK, bazen ölümcüldür! Hayallerin, kurguların, sözcüklerin ölür!
Sevgili Mehmet Tepebaşı seni bu söyleşi ile daha yakından tanıdım. Açık, net, anlaşılır cevapların için çok teşekkür ederim. Bu dünya seninle birlikte daha güzel! İyi ki varsın!
Sevgili Kemal Hocam, benimle söyleşi yaptığın ve beni sabırla dinlediğin için ben de sana çok teşekkür ederim.
Bochum, 28 Mayıs 2021, Kemal Yalçın, Mehmet Tepebaşı