Akman Gedik 1963 yılında Muş ili, Varto ilçesine bağlı orijinal ismi “Reqasa” yeni Türkçe ismi “İçmeler” olan köyde doğdu. “Reqasa” Bingöl sıradağlarının eteklerine kurulmuş bir köydü. Bu köyde Zazaca konuşulurdu. Bu nedenle Akman Gedik Türkçeden önce anadili olan Zazacayı öğrendi. 19 Ağustos 1966 tarihinde Varto’da deprem oldu, üç binden çok insan öldü. Varto depreminde Akman Gedik’in köyü de çok zarar gördü. Varto depremi hem Vartoluların, hem de Akman Gedik Ailesinin hayatını değiştirdi. Akman Gedik’in babası 1972 yılında Almanya’ya çalışmaya gitti. Akman uzun yıllar Almanya’daki babasının izine geleceği günleri beklerdi. Nihayet 1988 yılında babasının isteği ile Almanya’ya geldi, Hildesheim şehrine yerleşti. 35 yıldan beri Almanya’da yaşıyor. Yazarlığa Almanya’da başladı.
Akman Gedik ile henüz karşılaşmadık. Bana beş kitabını gönderdi. Kitapları rahat okunuyor. Sürükleyici, gülümsetiyor, gülerken düşündürüyor. Hepsini de bir haftada okudum. Kitapları vasıtasıyla Akman Gedik ile tanıştım. Sırasıyla Uzakların Öyküsü, Renk Yoksulu, Evlerin Sessiz Dili, Her Ayrılık Bir Hüzündür ve Sesim Rüzgarlarla Gider adlı kitapları okudum. Karşıma kendine özgü üslubu olan, mizah dilini ustaca kullanan Vartolu bir yazar çıktı.
Uzakların Öyküsü adlı kitabında Varto’dan, Almanya’ya uzanan bir hayatın içinde geçen insan manzaraları var. Bu öykülerde betimlemeler, insan tahlilleri, toplumsal ve siyasal çevrenin özellikleri kaleme dökülüyor. Dil akıcı, düzgün bir dil.
Akman Gedik’in anadili Zazaca. Fakat Türkçeyi bir kültür dili, bir edebiyat dili olarak iyi kullanıyor. Zazaca ve Türkçe Akman’ın dil dünyasını zenginleştiriyor. Kitaplarını Zazaca ve Türkçe yazıyor. Almanya’ya geldikten sonra Almanca öğreniyor. Bir lisan bir insandır. Akman Gedik üç lisan bildiğine göre dünyası da üç insanı içine alan bir dil dünyasıdır.
Evlerin Sessiz Dili adlı kitabında anlatım daha işlek ve akıcı. Öykünün geçtiği yerlerin kültürel özelliklerini, siyasi durumunu zaman ve mekâna bağlı olarak güzel anlatıyor.
Kitap üç ana bölümden oluşuyor.
Birinci Bölüm: Zamana Emanet Sözler
İkinci Bölüm: Kitaplar, Filmler, Şarkılar
Üçüncü Bölüm: Gülmek, Bir Halk Gülüyorsa
Bu bölümde birer, ikişer sayfalık mizah öyküleri var.
Akman Gedik her öykünün sonunda içeriğe uygun bir dilekte, bir öneri de bulunuyor:
Hep gülün.
Ya da o masumane küfürlerin saflığıyla kalın.
Sevgiyle kalın ve hep gülüverin. Ya da gül verin.
Gülmek vazgeçilmeziniz olsun…
Gülümsemenin eksik olmadığı günler diliyorum.
Gülmek vazgeçilmeziniz olsun!
Her zamanki gibi gülmek vazgeçilmeziniz olsun…
Hayat biraz hikâyedir.
Akman Gedik’in şiirleri
Her Ayrılık Bir Hüzündür ve Sesim Rüzgarlarla Gider adlı şiir kitaplarında hem umut hem hüzün hem isyan var. Şiirde sembolleri ustaca kullanıyor. Serbest vezinle yazıyor. Kafiyeye ve seslerin iç melodisine önem veriyor. Bazı şiirlerinde zengin kafiye kullanıyor.
Uzun şiirlerin yanında dört dizelik, rubai tadında birer damlalık şiirleri de var. Her Ayrılık Bir Hüzündür, sayfa 33’de şu güzel dörtlüğü okuyoruz:
dağda bir ceylan vurulsa
bölünür uykularım sabahlayamam
tırnaklarım çürük kokan geceyi
ben karanlığı yaşayamam.
Akman Gedik’i daha yakından tanıyabilmek için hastaneden çıktıktan sonra kendisiyle yazılı bir söyleşi yaptım.
Akman Gedikle söyleşi
Akman Gedik’e “Akman Gedik kimdir?” diye sordum. Verdiği uzun cevabı aynen yayınlıyorum:
Belki de en zor sorulardan biridir insanın kendini anlatması. Biz sabahın ilk ışıklarına şahit olanlar, güneşten önce uyananların, (güneşten sonra uyanmak günahtan sayılırdı) güneşi karşılamaya çıkan doğulu toplumların doğum tarihi genelde standart olur. Nedeni niçini farklı da olsa genel manada bu böyledir.
Farklı olanları tenzih edeyim yine de… Çok çocuklu ailelerdir genelde. Çocuklar ard arda olunca zamandan tasarruf etmek için toplu kaydedilmeye gidilince akılda kalan yegane şaşmaz sayı birinci ayın biridir. Sonra ya bir yıl ya da iki yıl ara konularak kaydedilirmiş çocuklar.
Yani benim de doğum tarihim 01.01.1963’tür. 1963 yılında Muş’un Varto ilçesine bağlı orijinal ismi “Reqasa” olan İçmeler Köyünde doğmuşum. Bir sohbet esnasında babama, “Neden birinci ayın biri” diye sormuştum. “Sen ayını ne yapacaksın yıl doğrudur” demişti. Yani sevineyim mi bilemiyorum.
Yalnız biz Vartoluların bir şansı var. Malum olduğu üzre 19 Ağustos 1966 yılında Varto’da deprem olmuş, üç binin üzerinden can kaybına yol açmıştı. Bu deprem biz Vartolular için bir miladi tarihtir aynı zamanda. Her felaketin iyi yanları da var. Depremden sonra azımsanmayacak sayıda Vartolu başta Almanya olmak üzere yurtdışına çıktı. Babam da 1972 yılında Almanya’ya gelen misafir Almancılardandı.
Gurbetlik Vartolulara pek yabancı olmayan bir kavramdı. Okuma yazması olmayan annelerimiz birinin doğum tarihini hep depremden önce ya da depremden sonra diye anlatırlardı. “Depremden önce doğmuştun. Aha! boyun bu kadardı” dediler miydi, artık yerden kalkan elin durumuna göre yaş belirlerdik. Ya da “depremden birkaç yıl sonraydı, evler yayladan gelmiş, filankesin oğlu falancanın kızını kaçırmıştı harman yerinde düğün halayı kurulmuştu ve sen doğmuştun” gibi…
İlkokula kendi köyümde başladım. Köyüm Bingöl sıradağlarının eteklerine kurulmuş bir köydü. Deprem dolayısıyla yurtdışına ve değişik şehirlere çok insan gitmişti. Çok meslekten insan çıkmış köyümden. Şu an için okur yazarlık oranı hatırı sayılır düzeydedir.
İçine doğmadığım, tek kelimesini dahi bilmediğim “devletin dili”yle ilkokulda karşılaştım. Her gün her iki dilin kelime alış-verişini yapıyorduk. Komşunun komşuya nasıl ihtiyacı var ise, dillerin de birbirine ihtiyacı vardı, öyle biliyorduk.
Pekâlâ birbirine kelime verip alabilir, iletişim için yeni kapı aralayabilirdi diller. Yeni bir dil öğrenince insan birkaç insan oluyordu nihayetinde. Dili öğrenince, dünyayı öğrenmek istiyor insan.
Cuma günleri kabusa dönüyordu bizim için kimileyin. Kendi anadilimizde konuştuk diye isimlerimiz öğretmene jurnalleniyordu. Anlaşılan sistemlerin çarkı jurnalle ihtiyaç duyuyordu hep. Bir insana kendi anadilini unut ve konuşma demek ne akla ziyan bir sorudur. Bir kuşa uçma demek gibi bir şey… Anlaşılan öğretmen eğitimci değil, “devlet”ti bizim için. Biz kendi anadilimiz olan Zazaca’ya neden küstürülmek isteniyorduk? Bugünkü aklımla dahi anlayamıyorum.
Oysaki insanın anadili doğuştan gelen bir haktır, bahşedilemez. İleriki yıllarda içimde kalan o ukdeyle kendi anadilimden yazmaya başladım. Anladım ki, insan kendi cevaplarının arayışında. İnsan dediğin kendi yoksunluğunun arayışçısıdır aynı zamanda.
İnsanlara aynı nazarla bak, ayırma. Rengi, dili, kimliği ne olursa olsun iyiler iyidir diyen yaşamımızın diliyle çatışan bir yöndü bu “yasak, konuşma” sözü. Diller birbirini ayırmaz biliyorum. Bazen insanların elinde bir yanlışa/suça ortak edilir. Dilistan ailesi böyle bir ayrım yapmaz. Bilir ki solan her renk, her dil soluk bir tona evrilir. Bıçak nasıl ki bilene bilene biterse, her solan dil dilistan familyasına zarar.
Nihayetinde ilkokul bitirmiş, Abim beni Varto’da ortaokula kaydettirmişti. Köyümden ilk ayrılığımdı. Sonrasında Varto Lisesi ve ardından da 2 yıl Açık öğretim Fakültesine devam ettim.
Lise ikinci sınıftayken 12 Eylül olmuştu. Varto doğası gereği soldan bakan bir ilçeydi. Yarının hayalistan düşlerinin yoğun yaşandığı bir yerdi Varto. Erzurum ve Muş gibi iki muhafazakâr ilin arasında sıkışmış kalmış, her daim delişmen bir delikanlı tavrıyla dururdu. Dolayısıyla 12 Eylül’ün çok hışmına uğrayan ilçelerden biriydi. Çok genç tutuklanmıştı. Çok genç dışarı çıkmak zorunda kalmıştı. Kiminin payına da ‘ölüm’ düşmüştü. Kişi başına düşen zülüm daha da artmıştı. Havada ölüm sesi kol geziyordu. O esmer gençler ne çok eksiliyordu yaşamdan. Yaşamın tuzu kaçmış, zaman kara bir renge evriliyordu her geçen gün. Kara hâkim bir renk oluyordu hayata. Ben de tıfıl bir gençtim payıma birkaç gözaltı, birkaç aylık tutukluluk düştü. 1988 yılında Almanya’ya yerleştim. O zamandan beri Almanya’da yaşıyorum. Evli ve iki çocuk babasıyım.
Yazarlığa nasıl ve ne zaman başladınız. İki dili bir yazar olmak sizin için ne ifade eder.
Doğrusunu isterseniz yazar olayım diye bir şey aklımda geçmemişti. Yani düşünmemiştim açıkçası. Almanya’ya çıkınca haliyle insan makarayı geriye sarıyor. Özlem hissi daha çok belirgindi o zamanlar. Uzaklaşınca, insanın içine doğduğu kültürel iklim insanı çağırıyor adeta. Siz uzaklaşmışsınız, doğduğunuz yer size daha yakın. Her saat, her gün aklınızda, yüreğinizde.
O zamanda insan daha çok kendine yönelir. Daha çok kendi iç sesini dinler, iç terazisini daha çok tartar. Daha naif ve kırılgan olur insan. Çünkü insan iç sesinin peşi sıra gider. Çocukluğunuz, gençliğiniz film şeridi misali geçer aklınızdan. İçimde akan bir ırmak vardı çoğu zaman. Bildiklerim, şahit olduğum, yaşamımda öğrendiğim ve beni etkileyen şeyleri yazıya geçirmem gerek diye kendi kendime çok düşünüyordum.
Sözün uçup gideceğini, yazının kalacağını biliyordum. Yazmanın ölümün elinden bir şeyler kurtaracağına inanıyordum hep. Ve aynı zamanda hayata güzel bakmamı sağlayan güzel bir bağ olarak bakıyordum. Acılarımı, dertlerimi, yaralarımı yazıyla sağaltabilirdim, melhemimdi. Çünkü sözün yazıyla, hayatla bir anlaşması vardır. Tabiri ve tarifi hayatın koynundadır.
Yazarken hep iyileşiyordum, yarına güzel bakmak için çokça nedenim olurdu. Bu kaygılarla başladım yazmaya. İçimde daima beni kışkırtan bir şey vardı ve yazmak için beni dürtüyordu. Yavaş yavaş notlar alıyordum.
Şiirle başladım. Sonrası öyküler ve deneme yazıları. Tabi ki bunu iki dilli yapıyorum. Önce Türkçe yazdım. İlk kitabım 1992 yılında çıktı. 1996 yılında da kendi anadilimde Zazaca yazmaya başladım. İki dilli yazmak bana göre sözcüklerin kardeşleşmesidir. Bilinmeyen hayatları her iki dilde var etmektir. Bunu bir güzellik olarak ad ediyorum kendi adıma. Keşke Almanca da yazabilseydim, ne güzel olurdu.
İki dilli yazmak sizi çok yönlü yapar. Daha geniş bakabiliyorsunuz. Kendi adıma çok memnunum. Halet-i ruhuhiyem hangi dilin iklimindeyse o dilden yazıyorum. Şu ana kadar iyi gidiyor ve ben memnunum. Biliyorum herkesin hikayesi farklı ve farklı olan güzeldir. Farklılıkları zenginlik olarak görüyorum. Dillerin birbirinde azalan değil, çoğalan olması gerektiğine inanıyorum. Hiçbir dilin solmasına gönlüm razı değil. Anadilim olan Zazaca yok olma sınırında olan bir dil. Bu dili bilen biri olarak ömrünü nasıl uzatabilirizin arayışı içinde olanlardanım. Bu dillerin rengine, güzelliğine kanıp yazmaya çalışıyorum hâlâ. Yazdıklarım birinin gönlünün kapısından içeri girerse, bahtiyarım.
Eskiden arkadaşlarla yan yana gelince ara ara notlarımı gösterirdim. “Çok güzel bunları bir yerde yayınlat,” diyen sözler çoğalınca yavaş yavaş edebiyat dergilerine yolladım. Dergilerde şiirlerim, hikayelerim, deneme yazılarım çıkınca haliyle cesaretlendim. Keyif aldım. Yazmak için daha çok nedenim oldu. Ve o gündür bugündür yazıyorum.
Bugüne kadar kaç kitap yayınladınız? İsimleri nelerdir?
Şu ana kadar 10 kitabım yayımlandı. 7 tanesi Türkçe, 3 tanesi de Zazaca’dır.
İsimleri şöyle :
- Harman Zamanı ( 1992- Şiir)
- Her Ayrılık Bir Hüzündür ( 2002- Şiir)
- Gımgım Zerreyê Ma de ( zazaca folklorik bir çalışma)
- Ben bir çocuğun düşüyüm ( 2006- Şiir)
- Roj Ma de Şewle dano ( 2012 – Zazaca Şiir)
- Uzakların Öyküsü (2013- Öykü)
- Renk Yoksulu ( 2015 – Denemeler)
- Sesim rüzgârla gider (Mart 2018-Şiir)
- Ti ke şona kulme wele bîya ( 2021-Zazaca Şiir) Kardeşi Nevzat Gedik ile ortak kitap
- Evlerin sessiz dili ( Kasım 2022- Deneme/Anlatı)
Aldığım ödüller:
- Adnan Yücel Şiir yarışmasında mansiyon ödülü
- Hüseyin Çelebi 21’nci Şiir ve Öykü etkinliğinde (Zazaca) Öykü Dalı Birincilik ödülü
- AABF’nin düzenlediği “Kültür ve Sanat Festivali”nde Kırmancki Zazaca dilinde şiir dalında ikincilik ödülü.
Sevgili Akman Gedik, her yeni kitabınla estetik güzele doğru adım atıyorsun. Edebiyat dünyan yazdıkça güzelleşiyor ve zenginleşiyor. Kalemin çiçeklensin!
Bochum, 12 Ağustos 2023, Kemal Yalçın