Bilge Atay ve Mete Atay, Almanya’daki ve Yurtdışındaki Türkçe Anadil Dersleri için en çok emeği geçen öğretmen yazarlardandır. 50 kadar ders kitabı, çalışma kitabı, yardımcı kitap yazdılar ve yayınladılar.
Mete Atay 1967 yılında Nazilli Öğretmen Okulu’nun en çok okuyan, yazan, düşünen öğrencilerinden biriydi. Türkiye Öğretmenler Sendikası-TÖS Nazilli Şubesi’nin düzenlediği eğitim seminerlerine katılıyordu. Seminere katıldığı ve TÖS Eğitim Broşürlerini okuyup okulda dağıttığı için okuldan atıldı. İtiraz etti. Yeniden okula alındı, yeniden yargılandı ve Perşembe Öğretmen Okulu’na sürüldü.
İlkokul öğretmeni oldu. Örgürlü öğretmen mücadelesine devam etti. TÖB-DER Fethiye Şube Bakanı oldu. Almanya’ya öğretmen olarak geldi. Almanya Türk Öğretmen Dernekleri Federasyonu ATÖF Kurucu Başkanı oldu. 40 yıl öğretmenlik yaptı. Emekli oldu. Fetiye’ye döndü. Siyasal çalışmalarına devam etti ve ediyor.
Bilge Atay ve Mete Atay 1979 yılında Almanya’ya öğretmen olarak gelmişlerdi. Uyumlu, huzurlu, birbirini seven bu iki güzel insan Türkiye ve Almanya’da 40 yıl öğretmenlik yaptılar; 50 kadar ders kitabı, çalışma kitabı, yardımcı kitap yazdılar ve tüm bu zor işlerin yanında Ulaş ile Günseli’yi dünyaya getirdiler, büyüttüler.
Bilge Atay ve Mete Atay, 2002 yılında Federal Almanya Cumhurbaşkanlığı tarafından, her yıl fahrî çalışmalarıyla, topluma, insanlığa değerli, örnek katkılarda bulunan kişilere verilen, “Federal Almanya Cumhriyeti Liyakat Nişanı” ile ödüllendirildiler. Liyakat Nişanlarını, 6 Aralık 2002 günü yapılan törenle, Rheinland Pfalz Eyaleti Başbakanı Kurt Beck’ten aldılar. Bilge Atay ve Mete Atay “Federal Almanya Cumhuriyeti Liyakat Nişanı” ile ödüllendirilen ilk Türkçe öğretmenleri oldular.
Bilge Atay ve Mete Atay, Federal Almanya´nın en büyük ödülüne; toplumsal çalışmaları, yabancıların uyumuna katkıları, Türk-Alman toplumları arasındaki kültürel ilişkilerin geliştirilmesi yönündeki çabaları, Yabancılar Meclisi Başkanlığı sırasında yabancıların haklarının savunulması konusundaki çalışmaları, yabancı öğrencilerin eğitim ve öğretimlerine katkıları, yurt dışındaki Türk çocukları için ders kitapları yazarak çok dilli, çok kültürlü eğitime yaptıkları katkılar ve öğretmenlerin örgütlenme çalışmaları konusundaki çabaları nedeniyle layık görüldüler. Bilge Atay, Türkçe ders kitapları yazmanın yanında, özellikle Türk ve Alman bayanları ve genç kızları arasında kültürel, sosyal ilişkilerin kurulup geliştirilmesi yönündeki çalışmaları nedeniyle de bu ödüle layık görülmüştü.
Bilge ve Mete Atay 2012 yılı Ağustos ayında Almanya’da emekli oldular. Fethiye’ye geri döndüler. Mete Atay öğretmenlikten emekli oldu, fakat toplumsal mücadelesini Fethiye’de devam ettiriyor.
Bilge ve Mete Atay’ın hayatları 1950 sonrası Türkiye eğitim tarihinin özetidir.
Bilge ve Mete Atay ilköğretmen okullarının 1962-1967 dönemindeki altın yıllarını, 1967 sonrasında Süleyman Demirel iktidarı döneminde öğretmen okullarının kurutulması, kapatılması sürecini de yaşadılar.
Bilge Atay Ortaklar İlköğretmen Okulu’nda parasız yatılı okudu.
Mete Atay, Ortaokul’u Fethiye’de okudu. Yazmaya ortaokul yıllarında başladı. İlk şiirleri, o yıllarda Fethiye’de yayınlanan “Cıvıltı” adlı bir çocuk dergisinde çıktı. Bu dergide Bilge’nin de şiirleri yayınlanmıştı. Ortaokuldan sonra Nazilli İlköğretmen Okulu’nda okudu. Nazilli Öğretmen Okulu öğrencileri “AK” adlı aylık bir gazete çıkarıyorlardı. Mete Türkiye’yi, Nazilli’yi, Seydiler’i güzelleştirmek için şiirler, yazılar yazdı “AK”ın beyaz sayfalarına. Tertemiz, bembeyaz düşler, düşüncelerdi bunlar…
Bilge Atay
Bilge Atay, 1951’de Fethiye’de; Mete Atay ise, 1948’de Fethiye’nin Kemer bucağında dünyaya geldiler. 1973’de evlendiler. Hemen hemen 48 yıldan beri gönüllerindeki bahar, ellerinde açan güneş solmadı.
Bilge Atay’ın dedesi medresede okumuştu. Babası öğretmendi. Bilge, gözünü kitaplar içinde açtı. Babası Türkçe sevdalısıydı. Türk Dil Kurumu’na sözcükler topluyordu. Topladığı birçok sözcük “Tarama Dergisi”nde yayınlanmıştı.
Bilge Atay 1963-1970 yıllarında eski bir köy enstitüsü olan Aydın Ortaklar Öğretmen Okulu’nda yatılı okudu. Bu yıllar 1960 İhtilali’nin ve 1961 Anayasası’nın etkisiyle Türkiye’nin, okulların, öğrencilerin hızla aydınlandığı; beyinlerin çiçeklendiği yıllardı. Ortaklar Öğretmen Okulu’nda kitaplık kolunda çalıştı. Hem okudu hem de arkadaşlarına okuttu. Türkiye’de on yıl öğretmenlik yaptı.
Mete Atay
Mete Atay da kitaplar, gazeteler içinde büyüdü. Mete’nin çocukluğunda Kemer’in adı Seydiler’di. Seydiler o zamanlar adı sanı duyulmamış, küçük bir köydü. Mete’nin babası Adil Atay, Seydiler’in ilk ehliyetli şoförü ve köye ilk kamyonu getiren kişiydi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin delegesi olarak çevresinde siyasi yönden etkindi. Kendi çapında o zamanki baskıcı Demokrat Parti iktidarına karşı mücadele vermişti.
Cumhuriyet Gazetesi sahibi Yunus Nadi, Seydilerli olduğundan, köydeki okur yazarlara, akrabalarına her gün Cumhuriyet gazetesi gönderiyordu. Şoför Adil Atay da, Cumhuriyet, Demokrat İzmir gazetelerini, CHP’nin yayın organı Akis dergisini; Akbaba, Karagöz gibi mizah dergilerini düzenli olarak okuyordu. Evde bir kitaplık dolabı vardı.
1965 yılında, Nazilli Öğretmen Okulu’na girdi. Öğrencilerin çoğu Fethiyeliydi. Bazılarını ortaokuldan tanıyordu. O yıllar öğretmen okullarının gerçekten okul olduğu yıllardı. Öğretmenleri seçmeydi. Öğrencileri seçmeydi. Öğretmenler ve öğrenciler çok okuyordu. Çağdaş, demokratik, bilimsel bir eğitim yapılıyordu öğretmen okullarında.
Öğrencilerin söz hakkı vardı. Öğrenci örgütü öğretmenler ve yöneticiler tarafından destekleniyor; öğrencilerin öğrenci örgütünde görev almaları teşvik ediliyordu. Görev alanlar, öğrenciler tarafından sayılıp seviliyordu.
Mete, öğretmen okuluna gelir gelmez, henüz on altı yaşında iken Fethiyeli arkadaşlarının desteğiyle öğrenci örgütüne seçildi. Okul Güzelleştirme Kolu Başkanı oldu. Öğrenciliği ve başkanlığı seve seve, başarıyla yürütüyordu. Üstlendiği sorumluluk onu erkenden olgunlaştırdı.
Sadece Nazilli Öğretmen Okulu’nu değil, köyünü, kentini ve Türkiye’yi güzelleştirecekti. Ama nasıl? Neyle? Kiminle? Sorular büyük, Mete küçüktü henüz! Okudukça, öğrendikçe artıyordu heyecanı.
1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler
1961 Anayasası ile öğretmenlere Türkiye’de ilk kez sendika hakkı verilmişti. Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) Genel Başkanı Fakir Baykurt’tu. Öğretmenler Türkiye’yi aydınlatmak için hem okulda hem de okul dışında umutla, bilinçle çalışıyorlardı.
TÖS Nazilli Şubesi Ege Bölgesi’nin en aktif şubelerindendi. TÖS’lü öğretmenler Öğretmen Okulu’ndaki öğrencilerle yakından ilgileniyor; ilgi duyan öğrencileri seminerlerine çağırıyor; onlara TÖS’ün yayınladığı eğitim broşürlerinden veriyorlardı.
Öğretmen Okulu artık Metelere dar gelmeye başladı. Arkadaşlarıyla hafta sonlarında TÖS’ün eğitim seminerlerine katılmaya başladılar. Bir süre sonra Nazilli de dar geldi. Çevre illerdeki toplantılara, seminerlere gidip gelmeye başladılar. Ama derslere boş vermek yoktu. Öğretmenleri “Önce ders, sonra iş!” diyordu.
1967 yılında işler birdenbire karıştı
1967’de Adalet Partisi tek başına iktidara geldi. Demirel başbakan oldu. İşler birdenbire karıştı. Okumak, düşüncesini söylemek, örgütlenmek, siyasetle uğraşmak, TÖS’ün seminerlerine katılmak suç oldu.
Yeni ders yılındaki öğrenci örgütü seçimleri, aday listelerin siyasi tartışmasına dönüştü. Okul yönetimi Metelerin görüşlerini beğenmiyor; her birini okulun siyasi elebaşıları olarak karşısına alıyordu. Bir gün okul dışındaki bir olayı vesile ederek on bir öğrenciyi disiplin kuruluna verdiler. Mete, elebaşılardan sayılıyordu. Disiplin Kurulu hepsine “Süresiz tart” yani “Süresiz okuldan uzaklaştırma” cezası verdi.
Cezalar derhal uygulandı. Mete ve arkadaşları gözleri okulda kalarak köylerine gittiler. Arkadaşları garajı doldurmuş, sürgünleri uğurlamaya gelmişlerdi.
“Mete okuldan atılmış!”
Nazilli’de esen bir rüzgâr götürüyordu bu haberi… Rüzgârın değdiği her varlık, insanlar, hayvanlar, otlar, ağaçlar, dağlar, taşlar kendi diliyle iletiyordu sanki bu acı haberi.
“Mete okuldan atılmış!”
Mete’den önce vardı haberi Seydiler’e… Seydiler çalkalandı Mete gelinceye kadar.
Anası Ayşe ağlıyor; babası “Dur bakalım! Oğlan gelsin de sorup anlayalım aslını astarını!” diyordu.
Mete, önce babasına anlattı olanları. Anası, kardeşleri ağlıyordu.
“Susun” dedi. “Susun! Benim oğlum, hırsızlık yapmamış, namussuzluk yapmamış! Tüyü bitmedik yetim hakkını yememiş! Üzülme benim kara yiğidim! Her gecenin bir sabahı vardır! Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmamış, Ispartalı Süleyman’a hiç kalmaz! Gider sorarım seni okuldan atanlara. Ararım hakkını…”
Mete’nin sıkılan dişleri gevşedi. Babası arkasındaydı. Artık sırtı yere gelmezdi…
Köylü milletine güven olmaz! Adamı vezir de ederler rezil de! Yaz tatilinde kahvede Türkiye’yi nasıl kurtaracaklarını anlatırken bıyık altından gülüp:
“Yaşa Mete! Varol!”
“Başbakan sen olmalıymışsın!”
“Kur partini! Oyumuz sana!”
diyenler, şimdi Mete’nin, babasının kulağına sokarcasına evden eve, harımdan harıma sesleniyorlardı:
“Duydun mu, duydun mu?”
“Duymadım, duymadım!”
“Şoförün oğlunu atmışlar!”
“Asmışlar mı?”
“Daha değil, daha değil! Atmışlar atmışlar!”
“Denize mi?”
“Cehennemin dibine!”
“Eee! O kadar olacak! Erken öten horozun başını keserler.”
“Türkiye’yi kurtarmak ona mı kaldı?”
Karıncanın kardeşi, Mete’nin de aslan gibi ağabeyi Mehmet vardı. Haberi duyar duymaz Üniversitedeki derslerini bırakıp Seydiler’e geldi.
Çevre köylerden Mehmet’in arkadaşları geldi. Mete’yi aralarına alıp sarkık bıyıkları, yeşil parkalarıyla sokakları, kahveleri dolaştılar.
Çürük yumurta gibi kokanların sesleri çabuk kesildi.
Beş hafta sonra, Meteleri yeniden okula çağırdılar. Evleri düğün evine döndü. Cumhuriyet okuyanlar, gençler, akrabaları uğurladılar Mete’yi. Babası kendi götürüp bindirdi Nazilli arabasına. Adı gibi, Adil ve akılcı davrandı oğlunun başına gelenler karşısında…
Cezalı on bir öğrenciyi yeniden yargıladılar. Mete’yi ve üç arkadaşını Türkiye’nin dört bir yanındaki öğretmen okullarına sürdüler.
Disiplin kurulu öğlen toplanmıştı. Karar bir saate alındı. Karara itiraz hakları yoktu. Anında uygulamaya kondu. Meteleri arkadaşlarıyla, öğretmenleriyle vedalaşmaya bile bırakmadılar. Okula polis çağrıldı. Her biri ayrı ayrı ikişer polise teslim edildi.
Polisler sürgünleri apar topar, tek tek garaja götürdü. Gidecekleri şehrin otobüslerine bindirdi. Garaja sokulmayan Nazilli Öğretmen Okulu öğrencileri otobüsün geçeceği yolun iki tarafını doldurmuşlardı. “Dağ başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar!” marşı eşliğinde el sallıyorlardı. Ne vefalı ne candan arkadaşlardı bunlar… Mete yerinden kalktı, ön pencereden el salladı. Gözlerinden akan yaşları arkadaşları yerine oturunca sildi…
Mete, Perşembe Öğretmen Okulu’na sürülmüştü. 1967 yılının güz günlerinden biriydi. Ankara üzerinden aktarmalı olarak Perşembe’ye gidecekti. Otobüsün penceresinden Aydın dağlarına, Menderes ovasına ve ağaçların sararmış yapraklarına bakıyordu. Aklına türküler, marşlar geliyordu.
“İzmir’in kavakları
Dökülür yaprakları
Bize de derler Çakıcı
Yıkarız konakları!”
Bir ara Çakıcı Mehmet Efe olup dağlara çıkmak istedi. Çıkacak dağa, inecek şehre, varacak karşılarına, haksız yere sürenlerden hesap soracaktı…
Öğretmeni tuttu kolundan…
“Efelik zamanı geçti Mete!” dedi, “Bak sana bir gerçeği anlatayım: Çakıcı Memet Efe’nin şu gördüğün Aydın dağlarının hâkimi olduğu günlermiş. Emri demiri kesiyormuş. Haksızlık edenin canını alıyormuş. Bir gün demişler ki, ‘Efe, yeter gayrı öldürdüğün. Bu işin başka yolu yok mu?’ ‘Var demiş var: İnsanlar iki türlü yönetilir; ya ilimle ya zulümle! Bana ilim öğretmediler. Elimden gelen bu!”
Mete, vazgeçti Aydın dağlarına çıkma düşünden; ilimle yönetecek, ilimle aydınlatacaktı dünyayı!
Perşembe Öğretmen Okulu… Çok zordur kavgada yenilip sürgüne düşmek! Sudan çıkmış balığa döner insan! Hele sürülen gencecik bir insan, henüz meyveye duramamış bir çiçekse ölümden beter gelir sürgündeki ilk günler…
Mete sürgüne de alıştı zamanla. Yüzü güldü. Dalları çiçeklendi. Türkiye’yi, dünyayı, Seydiler’i güzelleştirmek için düşünmeye, yazmaya, okumaya devam etti. Hep edecekti…
Okulu başarıyla bitirdi. Önce Denizli’nin Buldan ilçesine, sonra sırayla Isparta Er Eğitim Okulu’na, İzmir’e, Fethiye’ye atandı.
TÖS kapanmış, Öğretmenlerin sendika hakları ellerinden geri alınmıştı. TÖS yerine Türkiye Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) kurulmuştu.
Mete, Fethiye TÖB-DER Şubesi’nin başkanı oldu. 1979’da Almanya’ya gelinceye kadar bu görevini yürüttü. “Dost” adlı bir dergi çıkardı. Yazılarını bu derginin sayfalarında yayınladı.
Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün 60. Yılı vesilesiyle Mete Atay ile uzun bir söyleşi yaptım. Bu söyleşiyi aynen burada yayınlıyorum.
Bochum, 4.8.2921, Kemal Yalçın
METE ATAY İLE SÖYLEŞİ
Kemal Yalçın: Sevgili Mete Atay kendinizi tanıtır mısınız?
Mete Atay: Ben ve eşim Bilge (Koyuncu) Atay Fethiyeliyiz. İlkokulu köyüm Kemer’de, ortaokulu Fethiye’de okudum. Nazilli Öğretmen Okulu mezunuyum. Daha sonra Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun oldum. Bilge Hanım ilkokulu Eldirek Köyünde bitirdikten sonra Ortaklar Öğretmen okulundan mezun olup meslek yaşamına atıldı. 1973 yılında evlendik. Biri oğlan, biri kız iki çocuğumuz, iki torunumuz var.
Birlikte eğitim öğretim için çok emek verdik. Çeşitli gazete ve dergilerde edebi yazılarımız çıktı. Öğretmen örgütlenmesi bizim için çok önemliydi. 1979 yılı sonlarında Almanya’ya gittik. Hem Türkiye’de, hem Almanya’da çok çalışmalarımız oldu. Almanya’da eyalet düzeyinde Rheinland/Pfalz Öğretmenler derneğini kurduk. Daha sonra federal düzeyde Almanya Türk Öğretmen Dernekleri Federasyonunu (ATÖF) kurduk. Federasyonun yıllarca başkanlığını yaptım. 2012 yılında emekli olduk ve o zamandan beri onurla ATÖF onursal başkanlığını sürdürüyorum. 2001 Yılında Almanya Liyakat Nişanı ile ödüllendirildik.
Yazarlık serüveni nasıl başladı? Neden ve ne zaman yazmaya başladınız?
Aslında eskiden edebi yazılarımız olurdu. Gazete ve dergilerde çıkardı. Almanya’ya öğretmen olarak gelince orada tam bir eğitim sorunu ile karşı karşıya geldik. Doğru dürüst plan yok, program yok, ders araç gereci yok, sınıf yok, yok yok, yok…
Bu yokluklar içinde boğuşurken bir taraftan da kendi olanaklarımızla eşimle birlikte çözüm üretmeye çalışıyoruz. Kendimiz, kendi olanaklarımızla Almanya ve Almanya’da yaşayan çocukların gerçeğine uygun ders materyalleri geliştirmeye çalışıyoruz. Ama ben gittiğimiz her yerde, her fırsatta “ yurtdışındaki çocuklara Türkiye’den gelen ders kitapları ile eğitim öğretim yapılamayacağını, buranın koşullarına uygun, yurt dışındaki çocukların ilgi ve seviyelerine uygun kitaplar hazırlanması gerektiği” düşüncesini yüksek sesle dillendiriyordum.
Sanırım 1982 yılıydı. MEB Müsteşarı Bahir Necati Sorguç Köln Türk Evi’nde Türk öğretmenleriyle bir toplantı yaptı. Ben de burada söz alıp yurtdışındaki öğrencilerin eğitim öğretimleri ile ilgili bir konuşma yaptım. Müsteşar Bey toplantı sonrasında beni çağırdı. Türk Evi müdürünün odasında mini bir toplantı daha yaptık. Orada daha ayrıntılı olarak görüş, düşünce ve önerilerimi dinledi. Çok beğendiğini söyledi. Ankara’ya gidince bunları değerlendireceğini ve beni Ankara’ya çağıracağını söyledi. Toplantı çıkışında, müdürün odasında bulunanlardan eski Düsseldorf Eğitim Ataşesi Tarık Önel bana; “Mete Bey, önerileriniz çok doğru ve yerinde. 3-5 ay bekleyelim. Eğer MEB bir haber gelmezse sizinle temasa geçelim,” dedi ve telefon numarasını verdi. Beş altı ay geçince Tarık Bey beni aradı ve “Ankara’dan bir haber var mı?” diye sordu. “Yok” deyince, “Gel o zaman çalışmalarını birlikte değerlendirelim,” dedi. Tarık Bey, üç beş öğretmen arkadaşını toplayıp bir komisyon oluşturdu.
Ben ve eşim bizim çalışmalarımızı onlara götürdük, görüş ve düşüncelerimizi anlattık. Komisyonda tartıştık. Yazdığımız ilk kitap serisi olan “Yaşayan Dilimiz Türkçe”nin temelleri böyle atıldı.
Benim Rheinland/Pfalz Eyaletinde öğretmenlere seminerler veriyor olmamın da büyük avantajı vardı. Ben seminerlerimde, görüş ve düşüncelerimi anlatıyor, çalışmalarımı arkadaşlarıma paylaşıyordum. Onlar da okullarında uyguluyorlar ve deneyimlerini bana aktarıyorlardı. Bu çalışmaların da çok büyük yararını gördüm.
Daha sonra Kuzey Ren Vestfalya Eyaletinin Soest şehrindeki Landes Institüt seminerleri ve ders kitabı komisyonunun çalışmaları bizi ders kitapları yazarlığı konusunda hem motive etti hem de büyük tecrübeler kazandırdı.
Daha sonraları Türkçe kitap yazma konusunda usta, duayen isimlerinden Prof. Dr. Turhan Oğuzkan ve Emin Özdemir ile uzun yıllar birlikte çalışma şansım ve fırsatım oldu. Ayrıca Almanya’da ders kitapları yazan veya bu konuda kafa yoran çok değerli meslektaşlarımla aynı komisyonlarda bulunmak ve onların deneyimlerinden yararlanmak bana ayrı bir vizyon ve değer kazandırdı.
Bugüne kadar kaç kitap yayınladınız? İsimleri nelerdir?
İlk olarak Yaşayan Dilimiz Türkçe kitap serisi (2. Sınftan 7. Sınıfa kadar, ayrıca her kitap için bir çalışma kitabı)
Yeni Türkçem serisi (1. Sınıftan 4. Sınıfa kadar, ayrıca her kitap için bir çalışma kitabı)
Pilot – iki dilli ( 1. Sınıftan – 7. Sınıfa kadar, ayrıca her kitap için bir çalışma kitabı )
Zebra (1. Sınıftan 7. Sınıfa kadar)
İşte Türkiye 1- 2 (iki kitap)
Şiirlerle Türkiye 2 cilt ( Şiir Antolojisi )
Bilgi Küpü (1. Sınıftan 9. Sınıfa kadar. Dil ve genel kültür çalışma materyalleri)
Biz ve Dilimiz (Komisyon. 5 sınıftan 10. Sınıfa kadar) Bu seri, Türk Milli Eğitim Bakanlığı ile Kuzey Ren Vestfalya Eyaletinin ortak ders kitabı yazma anlaşması sonunda ortaya çıkmıştır.
Ders kitapları dışında hangi çalışmaları yaptınız?
Ders kitapları dışında iş göçünün 50. Yılına girerken “Birlikte Yaşamanın Şifreleri” kitabını hazırladım. Burada Almanya’daki tüm STK çatı örgütü temsilcilerinin görüş ve düşüncelerini aldım.
Almanya’da yaşayan on yazar, sivil toplum örgütlerinden sekiz büyük çatı örgütü yöneticisi, altı iş adamı, değişik partilerden beş Türk kökenli milletvekili (siyasetçi), yedi bilim insanı, Almanya’da faaliyet gösteren görsel ve yazılı tüm medya temsilcilerinin ortak çalışması olarak ortaya çıktı.
Türkiye’deki büyük gazetelerin hemen hemen hepsinin Almanya baskıları çıkıyor ve Avrupa ülkelerine dağıtılıyordu. Bir dönem Cumhuriyet Gazetesi de “Cumhuriyet Hafta” olarak çıkıyordu. Ben de o dönemde “ Damlalar” adı altında köşe yazısı yazdım.
Ders kitabı yazmanın zorlukları nelerdir?
Aslında ders kitabı yazmanın zorluğu kadar zorunluluğu üzerinde de durmak gerekir. Türkiye yurtdışında yaşayan, okuyan çocuklarına anadillerini unutmamaları ve öğrenmelerini istiyorsa – ki istiyor – öncelikle bu derslerin araç gereçlerini, materyallerini en önemlisi kitaplarını daha ilk yıllardan itibaren hazırlaması ve değişen koşullara göre de güncellemesi gerekiyordu. “Ankara’dan çocuklarımız anadillerini unutmasınlar, kültürlerine yabancılaşmasınlar demekle” olmadığı görüldü. Ben ilk elli yıl içindeki çalışma ve gelişmelerin içinde bulundum. Bu süre içerisinde MEB tarafından hazırlanmış veya buna öncülük etmiş bilimsel, doğru, doyurucu ve yurtdışındaki çocuklarımızın ihtiyaçlarına cevap verecek ders kitapları göremedim. Ders kitapları konusu çok ama çok önemlidir. Yalnız anadilini ve kültürünü öğretmekle kalmaz yetkin kuşaklar yetişmesinin önünü açar. Türk Edebiyatı ve edebiyatçısının yetişmesine katkı sağlar. Göçmen toplumunun kültür seviyesini yükseltir. Kendi içinde ve göç alan ülke toplumu içerisinde saygınlığını arttırır.
Bu yıl dışgöçün 60, yılını kutluyoruz. Bence hiç olmazsa bu yıl dönümü, bir dönüm noktası olarak ele alınmalı. Mesele; şöyle oldu, böyle olsaydı gibi verimsiz tartışmalarla geçirmek yerine altmış yılı çok yönlü, çok çeşitli ve çok daha somut olarak ortaya koyarak bir milat oluşturulmalı. Bu bir şans.
2009 yılında göçün 50.yılı için hazırladığım “Birlikte Yaşamanın Şifreleri “ kitabının giriş bölümünde şunları yazmışım: “ Çocukluğumuzun, gençliğimizin, yetişkinliğimizin geçtiği, yaşlılığımızı geçirmekte olduğumuz ülke Almanya… Yaşadığımız acı tatlı anılar. Sadece anılar değil, anıların kökenleri, bir daha yaşamamak veya tekrar tekrar yaşamak istediklerimiz, çözüm önerileri, aşklar, hüsranlar, başarılar, beklentiler, hayal kırıklıkları, kırıntıları…
Almanya bize neler kazandırdı, neler kaybettirdi, neler umduk, neler bulduk… Neler aldık, neler verdik. Çok kültürlülük, dünya vatandaşı olma, uyum, asimilasyon, kültürel zenginlik, çeşitlilik, çoğulculuk…
Göçmenlerin Almanyası, renkli, farklı yeni Almanya. Bizim tek tek yaşadığımız ama Almanların bil(e)mediği, gör(e)mediği ama birlikte paylaştığımız bir dünya. Bilinçli bilinçsiz, gerekli gereksiz korkuların, Türklerle ilgili önyargıların, yapay gündemlerin “korku kültürünün” ürünü olduğunu göstereceğiz. “Öteki” olmadığımızı hele “öteki” olarak kalmak istemediğimizi yüksek sesle söyleyeceğiz.
Elli yılda gelinen noktadan sonra daha güzel koşullarda barış içinde, birlikte nasıl yaşayabiliriz, bunun için önümüzdeki engelleri nasıl aşabiliriz, sorularına yanıt bulmalıyız….”
Belki bu sorulardan hareketle göçün 50. yılından 60. yılına kadar geçen son on seneye bakmalı. Buradan başlamak veya bakmak belki işi biraz daha kolaylaştırır.
İyi bir ders kitabı nasıl olmalıdır?
Bu sorunun cevabını ikiye bölerek cevaplamak gerekiyor
a-) Normal ders kitapları : Normal ders kitaplarından kastım her ülkede, o ülkenin müfredat programına uygun hazırlanan ve okutulan ders kitaplarıdır. Bununla ilgili evrensel ve yerel pedegojik kurallar, bağlayıcı müfredat programları ve bunları denetleyen Talim Terbiye Kurulları vardır. Bunlar her ülkeye ve bölgeye göre değişse de genel geçer bir kurallar silsilesi mevcut olup o ölçü ve kriterler doğrultusunda ele alınması gerekir.
b-) Yurtdışındaki çocukların anadillerini öğrenmeleri ile ilgili yazılan ders kitapları: İşte bunu ayrı ele almak gerekiyor.
Bunlar için başlangıçta belli bir plan, program yoktu. İki ülke bakanlıkları arasında derin görüş ve düşünce farklılıkları vardı. Bu ders anadil olarak mı yapılacak, İletişim dili olarak mı yapılacak, seçmeli ders olarak mı yapılacak (hatta bunu 2.3,4. Seçmeli diye ayıranlar bile vardı) yabancı dil olarak mı verilecek bu konuda bile daha bir anlaşma sağlanmış değildi. Bu bile bu konuda kitap yazmanın, ders araç gereç hazırlamanın ne kadar zor olduğunun göstergesi değil mi? Nasıl bir kitap olacak, nasıl yazılacak? Ortak bir yol nasıl bulunacak
Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) yurtdışındaki çocuklar için her ders kitabı yazma girişimini, bakanlık yazacak gerekçesiyle engelledi. Bırakın destek vermeyi köstek oldu, daha da ileri gitti yasakladı. Türkiye’den gelen öğretmenler Almanya’da basılan ders kitaplarını kullanamıyor, kullandırmıyorlardı. Bakanlık ve dolayısıyla bakanlığın emriyle eğitim ateşleri yıllarca yurtdışında basılan kitapları yasakladılar. Türkiye’den gelen öğretmen arkadaşlarımız çok istemelerine, daha yararlı olmalarına inanmalarına rağmen bu kitapları kullanamadılar. Öğretmenlerimizi ve en önemlisi öğrencilerimizi bu olanaklardan mahrum bıraktılar.
Eğer Milli Eğitim Bakanlığı başlangıçta, bilimsel, uzman ve objektif komisyonlara yurt dışındaki çocuklarımızın seviyelerine ve yaşadıkları ülkenin koşullarına uygun ders kitapları hazırlatsaydı Türkçe ve Anadili Dersleri bugünkü durumda olmaz, katılım ve ilgi bu kadar düşmez, göçmen alan ülkelerin bakanlık ve resmi makamlarından daha çok destek ve teşvik alabilirdi.
Başlangıçta göç alan ülkelerin ortak çalışma istekleri karşılık bulsaydı, meseleye ideolojik olarak yaklaşılmasaydı, ortak akıl, ortak çalışma yolları bulunsaydı, tüm ülkelerin de tecrübelerinden yararlanılarak birlikte çok güzel ders kitapları ortaya çıkarılabilirdi
Ders kitaplarını konusu konuşulurken Almanya’da Berlin Senatosu tarafından bastırılan, ilk yazılan ders kitaplarından söz etmemek olmaz. Türkçe-Dil ve Okuma kitapları 5.sınıftan 10. Sınıfa kadar edebiyatçı, yazar Adnan Binyazar ve İncila Özhan tarafından hazırlandı. Bu kitaplar çok kaliteli, değerli kitaplardı ama seviyesi çok yüksekti.
Almanya’da bu bürokratik engeller dışında başka zorluklarla da karşılaşıyorduk. Ders kitapları baskısı için fiziksel koşullar da uygun değildi. Kitap okunan ve işçi gönderen ülkelerden tebliğler dergisinde izin verilmesi. Bir de en önemli hususun mümkün olduğunca Alman eğitim programlarına yakın olmasının da altını çizmek gerekir.
Yurt dışında en çok Türk öğrenci ve öğretmenin yaşadığı ülke Almanya olunca haliyle en çok kitap basılan ülke de Almanya oldu. Türk yayınevleri burada açıldı. Ders kitapları yazarları en çok bu ülkeden çıktı. Burada faaliyet gösteren yayınevleri ve yazarlar çok büyük bir misyonu üstlendiler. Bunları takdir ve teşekkür etmek gerekir. Bunların anadili derslerine olan katkıları sadece Almanya ile sınırlı kalmadı. Avrupa’daki hatta okyanus ötesi ülkelere kadar ulaştı. Bu çalışmalar diğer dillerdeki dersleri ve ülkeleri bile olumlu olarak etkiledi ve güzel bir örnek teşkil etti. Bu yayınevleri yalnız ders kitapları basmakla kalmadılar, Almanya ve diğer ülkelerdeki yazarların kitaplarını basarak onlara destek oldular. Yurtdışı edebiyatının ve yazarlarının tanıtımına çok büyük katkıları oldu. Bu konuda büyük emek veren Okur Yayınevi sahibi rahmetli sayın Hüseyin Çölgeçen’i özellikle anmak isterim. Bugün ayakta kalan birçok Türk kökenli yayınevi Alman pazarına bile girmiş durumdalar.
İki dilde ders kitapları fikri nasıl ortaya çıktı?
90’lı yılların sonu, iki binli yılların başı. Türkçe dersine katılan öğrencilerin sayısında büyük düşüş yaşanıyor. Bazı eyaletlerde, okullarda teneffüslerde bile Türkçe konuşmak yasaklanıyor. Emekliye ayrılan veya başka nedenlerle mesleği bırakan Türkçe öğretmenlerinin yerine yenileri atanmıyor. Bazı eyaletler Türkiye’den gelecek öğretmenlerden vazgeçiyorlar. Türkçe dersleri için ayrılan ödenekler makaslanıyor veya tamamen kaldırılıyor. Türkçe dersleri hakkında çok olumsuz bir hava estiriliyor. “Türkçe derslerine ne gerek var?” anlayışı hakim.
Öyle bir zamana gelindi ki, neredeyse göçmen çocukların başarısızlıklarının nedeni Türkçe dersleriymiş gibi gösteriliyordu. Öğrenciler bu dersten korkuyor, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde sürekli uzaklaştırılıyordu. Türk velilerden belli bir kesim, çocuklarının Türkçe öğrenmesi durumunda Almanca öğrenemeyeceği veya Almancada başarısız olacağını düşünüyordu. Bunu bilinçli olarak yayanlar da vardı. Türkçe ile Almancanın ikisi birden öğrenilmesi teşvik edilecek yerde, ikisi birbirinin karşıtıymış gibi birisinin tercih edilmesi isteniyordu.
Alman idareciler ve öğretmenler Türk öğretmenlerin ne yaptıklarını bilmiyor, bazıları önyargılı olarak bu derslerin yararsız olduğuna inanıyor, hatta zararlı buluyor, artık çocukların Türkçe öğrenmesine gerek olmadığını düşünüyordu.
Çok dillik ve çok kültürlülüğe sıcak bakılmıyor adeta inkâr ediliyordu.
Ben ilk defa iki dilde ders kitapları çıkarınca başlangıçta böyle olur mu diye tartışıldı. Ama uygulanınca zaman içerisinde çok doğru olduğu anlaşıldı ve görüldü. Bir defa öğrenciler karşılaştırmalı olarak öğreniyorlardı. Eğer Türkçeleri iyiyse Almanca metinleri daha kolay ve çabuk öğreniyor ve kavrıyorlardı. Eğer Almancaları iyiyse, Türkçe metinleri anlamaları ve karşılıklarını öğrenmeleri en basite indirgenmişti. Türkçe’den korkmanın, korkutmanın yersiz olduğu ve iki dilin bir araya gelmesinin bir sakıncası olması bir yana, daha birbirini destekledikleri görüldü ve anlaşıldı.
Türk öğrencilere bir özgüven geldi. Türkçe kitaplarını Alman öğretmen ve arkadaşlarına gururla gösteriyorlardı. Bazı Alman öğretmenler sınıfında bu iki dilli metinleri okutarak hem Türk öğrencileri onere ediyor, hem de Alman öğrencilere çokdillilik ve çokkültürlülük konusunda katkı sunuyordu.
Alman idareciler ve öğretmenler anadili derslerinin öyle boşa giden zaman olarak görmediklerini, aynı konuların Türkçe derslerinde de işlendiğini ve Alman sınıfında öğrenilenlerin buralarda başka bir dilde pekiştiğini gördüler. Başarılı, örnek bir çalışma ve deneme oldu.
Ders kitabı yazmak ile roman yazmak arasındaki farklar nelerdir?
Ders kitabı yazarlığı ayrı bir uzmanlık alanı istiyor. Kesinlikle pedagojik performansın olacak. Çocuk psikolojisini bileceksin. Eğitim öğretim programlarına hâkim olacaksın. Çocuk psikolojisini çok iyi bileceksin. Daha geniş bir genel kültür ve bakış açısına sahip olacaksın. Çocukların zihinsel, bölgesel farklılıklarını, ilgi alanlarını hesaplayacaksın. (Bir kimyagerin laboratuvar çalışmasından bile zor. Onda bir şey meydana getirmek için belli dozları, belli yerde toplayıp, belli ölçüde ısıtıp kaliteli bir alaşım sağlamanın formülleri vardır. vb) Bütün bunları bir araya getirmek, bir kitapta toplamak, işte bunları öğreneksin demek kolay değil. Hem de büyük sorumluluk istiyor.
Ben bu konuda biraz şanslıydım. Emin Özdemir ve Prof. Dr. Turan Oğuzkan gibi hem kendi alanlarında hem de ders kitapları konusunda uzman ve duayen iki kişiyle uzun yıllar birlikte çalışma fırsatı ve olanağı buldum. Onlardan çok şey öğrendim.
Türkiye’deki ders kitapları ile Almanya’dakileri karşılaştırır mısınız?
Türkiye’deki ders kitapları ile Almanya’dakileri içerik olarak karşılaştırmak hem olanaksız hem de mantıksız olur. Yurtdışında yazılan kitaplarının Türkiye’deki ders kitapları yazma alanında çok olumlu etkileri oldu. Baskı, cilt kaliteleri iyileşti. Daha güzel ve renkli olarak resimlendi ve daha çocukça oldular. Almanya’da basılan kitaplardan çok sayıda alıntı yaptılar. Almanya’da çıkan ders kitaplarının yanında bir de “Çalışma Kitapları” vardı. Türkiye’de ders kitapları için ayrıca “Çalışma Kitabı” hazırlama geleneği ve alışkanlığı yoktu. Bu alışkanlık da Türkiye’ye taşındı. Çalışma kitapları Alman Eğitim sisteminden sonra Türkiye’ye girdi.
Nasıl ve nerede yazıyorsunuz?
İlk başladığımız zamanlar çok zor koşullar altında çalışıyorduk. Hani yazarlar için, “İlk eserlerini mutfak masasında çalışarak yazdılar,” denir. Her öğün zamanında masa toplanır, yemekten sonra tekrar konur. Bizde de farklı olmadı. Biz ders kitabı yazdığımız için daha çok ve çeşitli kitaba ihtiyaç vardı. Yurtdışında olduğumuz için kütüphanelerden, resmi kurumlardan yararlanma şansımız yoktu. Tüm kaynak eserleri kendi olanaklarımızla bulmak zorundaydık. Daha sonraları çalıştığımız yayınevlerinin olanaklarından yararlanmaya başladık. Yeni kitaplar ürettikçe, Almanya’da üretildikçe olanaklar genişledi. Kendi çalışma odamız, kendi kütüphanemiz oluştu. Bir süre sonra Kuzey Ren Vestfalya ve Rheiland Pfalz Eyaletinin hizmet içi eğitim veren enstitülerinin fiziksel koşullarından yararlanmaya başladık. Hocalardan ve komisyondaki arkadaşlar da devreye girince çok rahat ve zengin bir çalışma ortamı oluştu. Türkiye ile iletişim yolları açıldı. Gelip gitmeler, internet falan devreye girince işler başlangıçla kıyaslanmayacak kadar kolaylaştı.
Göç hayatı ne zaman başladı? Göçmen bir yazar olmak ne demektir?
Göç hayatı 1979 yılı sonunda başladı. Göçmen yazar olmanın hem avantajı hem de dezavantajları var tabi. Göçmen gönderen ülke seni tanımıyor, senin beslendiğin, seslendiğin okuyucun seni tanımıyor. Sen ona ulaşamıyorsun. Göç alan ülke sana ve yazdıklarına yabancı. Seni kabullenmiyor. Yani iki arada bir derede kalıyorsun. Ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranabiliyorsun.
Türkiye’de kitap yayınladınız mı? Türkiye’de yazar olmak ile Avrupa’da yazar olmak farklı mı? Nasıl?
Türkiye’de de ders kitapları yazdım. Özellikle ders programları hazırlama konusunda, ders kitaplarının Talim Terbiye Tarafından denetlenmesi, incelenmesi ve izin verilmesi konusunda çok çalışmalarımız oldu.
Türkiye’de ders kitaplarının incelenmesi o dönemlerde özden uzak ve siyasi görüşle ele alınıyor ve değerlendiriliyordu. İçerik ve görsel eğitsel değeri üzerinden çok maalesef yazarın, yayınevinin kimliğine önem veriliyor, bilimsellikten, eğitimsellikten uzak, objektiflikten uzak ideolojik olarak yaklaşıp öyle kararlar veriliyordu.
2000’li yıllarda Türkiye’de özellikle okuma yazma öğretiminde “ses temelli okuma yazma eğitimine” geçilmişti. Benim de bu konuda belli bir birikimim ve deneyimim vardı. Bunu değerlendirmek için bu konuda çok kapsamlı, modern, programa ve yeni sistemin ruhuna, felsefesine uygun çok güzel bir okuma yazma seti hazırladım. Bu set TUDEM eğitim yayınları tarafından basıldı.
Yine Türkiye’de bir ilke imza attım. “Şiirlerle dil öğretiminin” güzel bir örneği olması için dört kitaplık bir seri hazırladım:
- Sınıf : Şiir Şekerdir
- Sınf : Şiir Çiçektir
- Sınıf : Şiir Sevgidir
- Sınıf : Şiir Çocuktur
Çocuklar dili kullansınlar, dille oynasınlar, yazılan şiirleri okusunlar, anlasınlar, farklı yorumlasınlar istedim.
Dil öğretim yöntemini çeşitlendirmek gerekiyor. Dile karşı ilgi ve sevginin artması, bunu bizzat yaparak, yaşayarak, uygulayarak denemesi özgüveni artırıyor.
Şiirin dil öğrenimi konusunda önemli bir araç olarak kullanılabileceğini göstermek ve bunun nasıl yapılması gerektiğinin örneklerini verdim. Bunun için de iki ciltlik Şiirlerle Türkiye seçkisini antolojisini hazırladım.
Burada şiirlerle yabancı dil öğretimini Türkçe’de uygulayan, şiirlerle Türkçe Öğretimi kitabını yazan Prof. Dr. Klaus Liebe-Harkort’u da anmadan geçmemek gerekir. Kendisi aynı zamanda Aziz Nesin Vakfını Destekleme Derneği’nin (FÖNES) kurucu başkanıdır.
Almanya’daki yayınevlerinin önemi sadece Almanya ile sınırlı kalmadı. Tüm Avrupa’ya buradan dağıldı. Türkçe ve Türk Kültürü Derslerinin yaşamasında yönlendirici ve teşvik edici oldular. Bu yönü ile taktir, taltif ve övgüyle söz edilmeleri gerekir.
Almanya’ya alışabildiniz mi? Nasıl bir ülke ve dünya istiyorsunuz?
Almanya’ya alışma konusunda bir sıkıntımız olmadı. Bu konuda kendimizi şanslı hissediyoruz. Öğretmen olarak atanmış olmamız, çok iyi ve çok güzel bir bölgede bulunmamız, çok değerli Türk ve Alman dostlarla buluşmamız bizim işimizi kolaylaştırdığını sanıyorum. Gerçekten kendimizi her zaman çok rahat ve güvende hissettik. En küçük bir olumsuzluk veya yabancı düşmanlığı yaşamadık. Hep kucaklaşma, kaynaşma ve destek gördük. Bu da bizim çalışma isteği ve verimliliğimizi artırdı. 2001 yılında yabancıların uyumu, göçmen çocukların eğitimi çalışmalarımız ve katkılarımızdan dolayı Alman Cumhurbaşkanı Johannes Rau’dan “Devlet Liyakat Nişanı” almamız bizi hem ödüllendirdi, hem de çok onurlandırdı. Emeklerimizin boşa gitmediğini anladık. Çünkü, “emek de alkış istiyor.”
Sevgili Mete Atay bu söyleşi için sana çok teşekkür ederim.
Sevgili Kemal ben de sana çok teşekkür ederim. Sağ olasın!
Bochum, Fethiye, 5 Haziran 2021, Kemal Yalçın, Mete Atay