EdebiyatKitap Tanıtımı

HALİT ÜNAL: Almanya’da Türk edebiyatının yaşaması için çok emek vermiş olan Sivas-Zaralı bir yazar

 

 

Halit Ünal, Almanya’da ve Avrupa’da Türk edebiyatının ve Türkçe edebiyatın yaşamasında, gelişmesinde, kökleşmesinde, yeni yazar ve şairlerin yetişmesinde Fakir Baykurt ile birlikte çok çalıştı, çok emekler verdi. Almanya’daki Türk edebiyatı ve Türkçe edebiyatın tarihinde Fakir Baykurt’un ve Halit Ünal’ın önemli yerleri vardır.Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün 60 yılında Fakir Baykurt’u saygı, sevgi ve şükranla anıyorum.

HALİT ÜNAL, 2017

Türkiye’den Almanya’ya işçi göçü 60 yıl önce başlamıştı. Türkiye Cumhuriyeti ile Federal Almanya Cumhuriyeti arasında 30 Ekim 1961 tarihinde Bonn’da “İşgücü Alım Anlaşması” “Vereinbarung über die Anwerbung von Arbeitskräften von 30. Oktober 1961” adlı anlaşması imzalanmıştı.

Bu Anlaşmaya göre Türkiye’den gelecek olan işçiler Almanya’da üç yıl çalışıp geri döneceklerdi. Hesaplar hayatın gerçeklerine uymadı. Göçün dönüşü olmayan bir yol olduğu unutulmuştu. Türkiye’den gelen işçilerin büyük bir kısmı bir daha geri dönmedi. Aradan 60 uzun, zor, sancılı yıllar geçti. Dünya değişti, Türkiye değişti, Almanya değişti.

İnsan yeşil bir çimen gibidir. Nerede bir avuç huzur ve mutluluk bulsa kök salar, gelişir, yayılır. Türkiye’den gelen işçiler diğer ülkelerden gelenler gelen göçmen işçiler gibi Almanya’ya kök saldılar, yerleştiler. Sıla denilen yerler artık vatan oldu.

Almanya göçün ilk yıllarında “acı vatan”dı. Almanya’da yaşayan Türkiyelilere “gurbetçi” deniliyordu. Zamanla “acı vatan” “ikinci vatan” oldu. Almanya ve Avrupa’da yaşayan yaklaşık beş milyon kadar Türkiyeli göçmenler, yaşadıkları ülkelerin vatandaşları haline geldiler. Artık gurbetçiler yerine “Avrupalı Türkler” kavramı kullanılmaya başlandı.

Türkiye’den gelen işçiler sadece bavullarını ve umutlarını değil; kültürlerini, geleneklerini, göreneklerini, hayat anlayışlarını, türkülerini, şarkılarını ve edebiyatlarını da getirmişlerdi.

İlk yıllarda Türkiye’den gelen bazı yazarlar bir hafta, 15 gün Almanya’da kalıp, gözlemler yapıyor sonra Türkiye’ye geri dönüyor, Almanya izlenimlerini yazıyorlardı.

12 Eylül1980 askeri darbesinden sonra birçok yazar, şair, sanatçı, kültür insanı Türkiye’den istemeyerek ayrılmak, can güvenlikleri için Almanya’ya sığınmak, mülteci olarak yaşamak zorunda kaldılar. Mülteci, sığınmacı insanlar uzun yıllar anavatanlarına gidemediler. Kimisi vatandaşlıktan çıkarılmıştı, kimisi aranıyordu, kimisinin can güvenliği yoktu.

Tarih tersine dönmüştü. 1933-19445 yıllarında Almanya’nın 1000 kadar değerli evladı Hitler faşizminden, Nazi barbarlığından kaçarak Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmışlardı. Bu insanlar birçoğu Nazi barbarlığı yıkıldıktan sonra Anayurtlarına dönebilmişler, Federal Almanya Cumhuriyeti’nin kurulmasında ve yeniden inşasında görev almışlardı.

12 Eylül 1980 sonrasında ise Anadolu’nun binlerce evladı 12 Eylül faşizminden  kaçarak Almanya’ya ve diğer Avrupa ülkelerine sığınmak zorunda kalmışlardı. Fakir Baykurt 1979 yılında Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Hükümeti’nin davetiyle Almanya’ya gelmişti. Bir süre Almanya’da kalıp geri dönecekti. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türkiye’ye dönmekten vaz geçti. 16 yıl Türkiye’ye gidemedi. Yazarlık hayatını Almanya’da sürdürdü ve Almanya’da vefat etti, İstanbul’da toprağa verildi.

FAKİR BAYKURT, İsviçre, Aarau, Pilatus Dağı Zirvesi’nde, 30.12.1997, (Foto: Kemal Yalçın)

Fakir Baykurt Türk edebiyatının, Türkçe edebiyatın Almanya’da kök salmasında, gelişmesinde ve Almanya’da Türkiyeli genç yazarların yetişmesinde çok önemli katkılarda bulundu. 1986 yılında Halit Ünal ile birlikte “Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu”nu kurdu. Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu Fakir Baykurt’un yönetiminde, yol göstericiliğinde bir yazarlar okulu gibi çalışmalar yaptı.

Halit Ünal 1999 yılında Fakir Baykurt vefat edinceye kadar 13 yıl Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu’nun sekreteri, Fakir Baykurt’un yardımcısı gibi çalıştı.

Fakir Baykurt 1990’da Duisburg Halk Yüksek Okulu’nda “Edebiyat Kahvesi” adlı bir edebiyat işliği de kurmuştu.

Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu ve “Duisburg Edebiyat Kahvesi” üyeleri arasından yeni yazarlar, şairler yetişti.

Fakir Baykurt’un vefatından sonra “Duisburg Edebiyat Kahvesi”nin sorumluluğunu Mevlüt Asar üstlendi. Edebiyat Kahvesi’nin adı üyeleri tarafından “Duisburg Fakir Baykurt Edebiyat Kahvesi” olarak değiştirildi. Mevlüt Asar, Fakir Baykurt Edebiyat Kahvesi’ni tam 20 yıl yürüttü.

Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu ve Fakir Baykurt Edebiyat Kahvesi üyeleri 2010 yılında Avrupa Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu’nu (ATYG) kurdular. ATYG, Fakir Baykurt Okulu geleneğini sürdürmeye çalışıyor.

Halit Ünal ile göçün 60. Yılı vesilesiyle uzun, edebiyat tarihi açısından çok önemli bir söyleşi yaptım. Bu söyleşiyi aynen yayınlıyorum.

Bochum, 13.7.2021, Kemal Yalçın

 

HALİT ÜNAL İLE SÖYLEŞİ

Kemal Yalçın: Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Neden ve ne zaman yazmaya başladınız?

Halit Ünal: Her köyün bir delisi olur, bir de yiğidi. Bizim kasabanın delisi Efür, yiğidi ise İnci Halil’di. İnci Halil (Zaralı Halil Söyler) ünlü bir türkücüydü. Kasabamızda her genç, her çocuk bir İnci Halil olmak isterdi. Mahallelerde bol çocuklu her sokaktan, çarşıda her dükkândan bir türkü yükselirdi. Bizim çarıkçı dükkânında da türküyü ben çığırırdım; sesim iyiydi. Babam türkü tutkunuydu; türkü söylemeyi, türkü söyleyeni severdi; bir yandan çarık diker bir yandan da ha babam türkü söylerdim. Bir türkü defterim bile vardı; ortaokul sıralarındaydım o zaman.

Türkü ile şiirin, birbirini besleyen iki iyi kardeş olduğunu nereden bilebilirdim ki? Benim ortaokul yıllarımdaki o türkü defterimin bir şiir defterine dönüştüğünün, türkülere koşut şiirler yazmaya başladığımın farkında bile değildim. 1971 yılında yurt dışına okumaya çıkarken defterimi memlekette, baba mirası türkü söylemeyi ve şiir yazmayı da burada, Almanya’da unutmuştum; ta ki, 1977 yılında Arbeiterwohlfahrt’ın Türkdanış Bürosunda Sosyaldanışman / Sozialbetreuer olarak göreve başladığım güne kadar. Yazarlık serüvenim bu görevle başladı, diyebilirim.

Halit Ünal, Zara’da, 10 yaşlarında

 

Bochum’da bir yıl çalıştım, sonra Herfod’a atandım. Bölgemde on iki bine yakın memleketlimle karşılaştım; sahipsizdiler, terk edilmiş gibiydiler, çaresizdiler. Ne çalıştıklar ülke ne de uzaklarda kalan memleketleri sahip çıkıyorlardı bu insanlara.  İşim ağırdı; dilleri vardı da lisanlar yoktu. Oturma izni, çalışma izni, işyeri, konut sorunları, aile içi sorunları vardı. Ve bir de kendime dert edindiğim, okul çağındaki çocuklarımızın eğitim sorunları.

Uzatmayalım. Yaşayan her şey değişiyor yeryüzünde. İnsanlar da öyle; değişiyoruz. Yaşadığımız coğrafya, içinde bulunduğumuz toplum, yaptığımız iş ister istemez bizi değiştiriyor – çaresi yok. Mesleğim beni değiştiriyordu, farkındaydım, daha duyarlı olmuştum. Şiir yazmaya başlamıştım; yazıyor, çekmeceme atıyordum. Şiirlerim sosyal içerikliydi, yurttaşlarımın iç sıkıntılarını, özlemlerini yansıtıyorlardı çoğunlukla.

1981 yılıydı, Kreis Herford’a geleli üç yıl olmuştu. Benden önce Herford’da Türkdanış Bürosu yoktu. Okullar açıldıktan bir süre sonraydı. Grundschule’ye devam eden çocuklarımızın sınıf öğretmenlerinden şikâyetler gelmeye başladı. Öğretmenler, Türk velilerinin ilgisizliğinden, öğrencilerin ev ödevlerini yapmadıklarından, dersleri dinlemediklerinden yakınırken, velilerimiz de çocuklarının öğretmenlerinden şikâyetçi oluyorlar, çocuklarını Sonderschule’ye (deli okuluna) göndermek için bahane aradıklarını iddia ediyorlardı.

Ne yapabilirdim?

Velilerden, çocuklarının adlarını, devam ettikleri okulları, sınıf öğretmenlerinin kim olduğunu not ettikten sonra işe koyuldum. Kreis Herford tek bir şehir değil ki! Herford’a bağlı 10’un üzerinde kasaba var ve her kasabada da en az bir, kimisinde iki üç Grundschule/ilkokul mevcut. Üşenmedim elimdeki listeye göre her birine ayrı ayrı mektup yolladım. Kreis Herford’da yaşayan Türk vatandaşlarının danışmanı sıfatıyla, sınıfında Türk öğrencisi bulunan öğretmenler ile kendilerine yardımcı olmak niyetiyle görüşmek arzusunda olduğumu bildirdim.

Mektubumun yankısı büyük oldu. Birçok öğretmen ve okul müdürüyle görüşmeler yaptım. Sonuç felaketti. Öğretmenlerin çoğu, öğrencisinin adını biliyordu sadece, bir de Türk çocuğu olduğunu! Ne Türkiye ne Türkiye’den gelen insanlar ne de yetiştirmekle yükümlü olduğu yabancı kökenli öğrencilerin gelenekleri, kültürleri, aile yapıları ve yaşam koşulları hakkında bilgileri vardı.

Kararımı vermiştim. Mutlaka bir şeyler yapmam gerekiyordu. Bunun üzerine, 1982 yılında, Alman okullarında okuyan çocuklarımızın öğretmenleri, “Kindergarten” eğitmenleri ve ilgi duyanlar için bilgiler içeren “Und wir die Fremden, die aus der Türkei kommen” (Türkçe karşılığı: Ve Biz Türkiyeli Yabancılar) adını verdiğim bir kitapçık hazırladım. Kitapçığımın ön sayfasına da yazıp çekmeceme attığım şiirlerimden birisini koydum. Şiir şu:

Als wir die Heimat verliessen

Die Wolken weinten,

die Hügel auf den Bergen

rauften sich die Haare,

in den Dörfern

schlugen sich die Menschen auf die Knie,

die Babys schrien.

Der vertraute,

hellbraune Ochse

er zog seine Hufe hinter sich her.

Und das Quietschen

unseres Ochsenkarrens

tönte über die Berge und Hügel.

Der Weizen war reif,

die Ähren verbeugten sich.

 

Mit einem Wort:

dir Heimat weinte sich zu Tode

als wir in die Fremde gingen.

 

Türkçesi:

Bulutlar ağlıyordu

Saçını yoluyordu tepeler

Ovalar dizini dövüyor

haykırıyordu bebeler …

 

Ökçesini sürüyordu sarı öküz

Gıcırtısı dağı tepeyi tutmuştu

kağnımızın …

 

Ekinler sararmış

eğilmişti başları

başakların …

 

Haşat olmuştu velhasıl

tüm kapı komşu

biz köyü terk ederken.

Kitapçığımda yer verdiğim bu şiirimin aynı yıl, Rororo yayınevi tarafından “Eine Chance für Fatma” adlı bir kitapta yayınlandığını Ramazan Özgentürk’ten öğrendim. Şiir daha sonra, 1983 yılında da Rowohlt Yayınevi‘nin 25. kuruluş yılı jübilesi münasebetiyle yayınladığı, içinde Heinrich Böll, Franz Alt, Salvador Allende, Freimut Duve gibi yazarların yer aldığı “Das Rowohlt Aktuell Lesebuch” adlı kitapta çıktı.

Ve bu şiir beni hem Rowohlt, Suhrkamp, Scherz gibi yayınevleriyle hem de Fakir Baykurt ile tanıştırdı. (F. Baykurt ile tanışmamızın ilginç hikâyesini ayrıca yazacağım) Yazmak, yazar olmak hiç aklımda yoktu. Hani damadı gerdek gecesi yumruklayarak gerdek odasına sokarlar ya, işte öyle sırtımdan tatlı tatlı yumruklanarak itildim edebiyat dünyasına desem yanlış olmaz.

Fakir Baykurt ile tanışmamızın üzerinden birkaç ay geçmişti, hafta sonuydu, evdeydim, telefonum çaldı. Arayan Fakir Baykurt’tu, kısa bir sohbettin ardından, “Dosya hâlâ gelmedi Halit, merak ettim, onun için aradım.” dedi. Tanıştığımız gün benden ısrarla istediği şiir dosyasını yollayamamıştım.    Telefon görüşmemizden birkaç gün sonra dosyamı postaladım, ama pek umutlu da değildim açıkçası. Şiirlerim bana göreydi, yayınlanacak türden olduklarını düşünmüyordum. Fotoğrafçı onlarca fotoğraf çeker, içlerinden belki bir tanesi işe yarar. Benim şiirlerim de öyle olabilirdi. Yanılmışım. Bir akşam eve geldiğimde eşim, “Fakir Baykurt’tan sana mektup var,” dedi. Mektup, Sevgili Kardeşim Halit diye başlıyordu. “Şiirlerini yayınlayalım. Tonguç ile konuştuk, kapak düzenini o yapacak, sayfa aralarına resimler de koyalım diyoruz… Bana yolladığın dosyanın aynısından bir dosya daha hazırla, Oberhausen’da Hüseyin Çölgeçen’e götür teslim et. Çok yakın dostumuzdur, tanışmanı isterim …”

Ve Fakir Baykurt’un önsözü, Hüseyin Çölgeçen’in emeği (her ikisini de burada rahmetle anıyorum) ve Tonguç Baykurt’un resimlemesi ile ilk kitabım: 1986 yılında Sieh mich an / Beni İki Gözünle Gör adıyla Almanca / Türkçe olarak yayınlandı.

Bugüne kadar yazdığınız kitapların adları ve yayın yılları nelerdir?

Ben tembel bir yazarım. Çok sayıda kitabım yoktur. Çoğu zaman Türkçe düşünüp, Almanca, ana dilim olmayan bir dilde yazıyorum; sözcükleri örs ve çekiçle işlemek zorundayım. Tek bir cümle üzerinde günlerce çalıştığım olmuştur.  Zor zanaat benim yaptığım. Tembelliğim belki de bundandır. Yazılarım Almancadır ama, hepsinde anadilimin, yani Türkçenin, kokusunun ve tadının olduğu söylenir.

“Neden Türkçe yazmıyorsun, Türkçene güvenemediğin için mi?” diye sorabilirsin kimileri gibi. Bu sorunun yanıtı bence basit: Becerebiliyorsam, yaşadığım ülkenin dilinde yazmamdan daha doğal ne olabilir!

Alman okurların yanı sıra, geleceğin Türkiye kökenli kuşağına da varabilmek, onlara Türkçe tadında Almanca okuyabilmeleri şansını vermek için Almanca yazıyorum. Türkçe yazsam Almanya’da kim okuyacak?

Kimseye haksızlık etmek, kimseyi gücendirmek istemem ama, birinci kuşak okumaz, çünkü böyle bir derdi yok. İkinci, üçüncü ve daha sonra gelecek kuşaklar ise Türkçe bilmeyecektir, bilse bile okuduğunu anlayamayacaktır. Almanya’da doğup büyüyen kuşağın okuyabilmesi ve okuduğunu anlayabilmesi için Almancadan başka umarı var mı?

Yazmaya başladığım ilk yıllarda hep şunu düşünmüşümdür. Kitaplarımı Türkçe yazsam, kendi torunum ya da torunumun çocukları -ki onlar da buralı olacaklar- dedelerinin yazdıklarını okuyup anlayabilecek mi? Bu dünyadan göçüp gidersem, yazdıklarım kalıcı olsun, bizden sonra doğacak, kendilerine Almanya’yı yurt edinecek memleketimin insanlarına miras olsun, istedim.

Ben roman yazarı değilim. Uzun soluklu, sayfalar dolusu romanlarım yoktur. En kalın kitabım 130-140 sayfayı geçmez. Yazdıklarım daha çok “Novelle” dediğimiz, dilimizde “Deneme” olarak bildiğimiz kısa hikâyeden uzun, romandan kısa ve tek bir konusu olan “Anlatılar”, kısa öyküler ve yine Alman edebiyatında çok sık rastlanan, benim Uzun Hikâye dediğim “Erzählung” türüdür.

Şimdiye dek yayınlanan kitaplarımın sayısı beştir:

Sieh mich an / Beni İki Gözünle Gör. Almanca/Türkçe, Gedichtband, 1986

Der Mond umkreist die Nacht. Erzählband, 1988

Die Vernehmung oder die bestrafte Liebe der Klawdja B. Erzählband, 1992

Der Weg ins Ungewisse. Gedichte und Kurzgeschichten, 1994

Zara – die Stadt am Marassanta. Erzählband, 2012

Şiir, kısa öykü ve Novellerimin büyük bir kısmı, antolojilerde, edebiyat ders kitaplarında, yabancılar için Almanca ders kitapları arasında yayınlanmıştır:

Als wir die Heimat verliessen. Gedicht in: “Eine Chance für Fatma von Erika Fekete”, Rororo Aktuell. Reinbeck 1982

Als wir die Heimat verliessen. Gedicht in: “Das Rowohlt Aktuell Lesebuch – von der bürgerlichen Freiheit”, Rowohlt Verlag. Reinbeck 1983

Der Weg ins Ungewisse. Kurzgeschichte in: “Ansprüche – Verständigungstexte von Männern” Suhrkamp Verlag. Frankfurt a.M. 1985

In der Fremde verloren. Kurzgeschichte in: “Namenzauber” Suhrkamp Verlag. Frankfurt a.M. 1986

Namen sind Träume und Wünsche. In: “Kleine Bettlektüre zum Namenstag” Scherz Verlag, İsviçre 1987

  1. Karatay / Das schwarze Fohlen. Kurzgeschichte in: “1200 Jahre Herford” Maximilian Verlag 1989

Ein Viertellipper. Kurzgeschichte in: “Orte hinterlassen Spuren” Westfalen Verlag 1994

Es ist anders hier Hatice. Gedicht in “Zwischendurch Gedichte” Hueber Verlag, 2012

Mehrere Veröffenlichungen in Schul- und Lehrbüchern z.B.: in dtv- Deutscher Taschenbuch Verlag, Schmetterling Verlag, Hueber Verlag etc.

Mitherausgeber des Titels: Kavşak/Kreuzung, Hückelhoven 1995

Übersetzung aus dem Türkischen: Leg deine Stimme neben meine Stimme/ Mecit Ünal, Gedichtband, Pendragon Verlag 1990

Kitaplarınızın hazırlık ve yazma süreci kaç yıl sürdü?

Şimdiye kadar yayınlanan şiirlerimi 1974 ile 1982 yılları arasında yazmıştım.

Kitaplarımın ve Novellerimin yazılma süreci pek uzun sürmedi; bir iki ayda bitirdim diyebilirim, ama, “ZARA – Die Stadt am Marassanta”nın üzerinde dört yıl çalıştım. Araya bizim ONUNCUKÖY/Künstlerhof Adrasan projesi girince, ancak 2012 yılında yayınlatabildim.

Nasıl yazıyorsun? Evde mi, otelde mi, tek başına mı?

Çoğunlukla akşamları, el ayak çekildikten sonra, evde yazıyorum.

Önceleri, Almanya’da yaşarken, hafta sonları devamlı gittiğim “Paraplü (şemsiye)” adında bir kafeterya vardı, orada, salonun en kuytu köşesindeki bir masada, insanları uzaktan izleyerek yazardım. Aralarında sohbet eden insanların davranışlarını, mimiklerini, ses tonlarının iniş çıkışlarını kafama kayıt ederdim. Bazen de masam doluysa eğer, tezgâhta insanların tam ortasında, gözlerinin içine baka baka yazardım; herkes kendi dünyalarını yaşarken ben kendi dünyamda bir başıma olurdum. Paraplü’nün müşterileri pek değişmezdi, birbirimizi tanırdık. Peşimden, “Bizim yazar geldi.” dediklerini duymuştum.

Mesleğiniz yazar olmanızı etkiledi mi?

Bu sorunun yanıtını sanırım yukarıda verdim. Sadece şunu ekleyebilirim: Mesleğimin yazarlığımda etkisi var tabii, fakat mesleğimin kendisi ile doğrudan ilgili bir etki değil bu; yani mesleğim gereği karşılaştığım ya da bire bir yaşadığım olaylarla ilgili bir etki.

Almanya’ya ne zaman geldiniz? Almanya hayatınızı ve yazarlığınızı nasıl etkiledi?

Federal Almanya’ya 1971 yılında geldim. Önümüzdeki son baharda 50 yılımı bitireceğim.

Yetmiş yıllık bir ömrün elli yılını yaşadığım şu ülke hayatımı değiştirmedi desem, inandırıcı olur mu? Nasıl olsun! Memleketten patates kabuğunu getirip toprağa gömsen, o bile çillenir, filiz verir. Patates yine patatestir ama tadı başka olur. Toprağı başkadır çünkü.

Bitki toprakta, insan toplum içinde yetişiyor. İçinde yaşadığımız toplumun çeşitli kaynaklarından besleniyor, biçimleniyor, bilinçleniyoruz; okuduğumuz okullar, yaptığımız işler, edindiğimiz arkadaşlar, karşılaştığımız insanların her biri başlı başına bir kaynak, bir okul.

Elli yıl öncesinden bir örnek vermek istiyorum:

Federal Almanya’ya geldiğim zaman yirmi yaşındaydım. Sanat enstitüsünün elektrik bölümünü bitirmiş gelmiştim. Öğrenciydim. Sırtımda taşıdığım ceketimin yakasında Türk Bayrağı rozeti takılıydı. Karşılaştığım hemen hemen her Alman rozetime bakıyor, bana Türkiye’yi soruyordu; tarihimizi, dilimizi, dinimizi …

Öyle ya, ta Almanyalara kadar okumaya gelen birisi öğrenci olur da bunları bilmez olur mu? Bilmeyebilir! Çok şeyi bilmediğimi, bilmediğimin farkına ben o günlerde varmıştım. Almanya’ya gelmeseydim bunu belki de hiç öğrenemeyecektim. Daha ilk adımda ilk dersimi almıştım Almanya’da. Öğrenmeliydim, boynumun borcuydu. Aksi taktirde, ceketimin yakasındaki rozet benden utanacaktı.

Bilen bilir, bazı ağaçların meyvesi acı olur. Zeytin ağacının mesela ya da turunçgillerin; işlenmeden, aşılanmadan yenmezler. Turuncun meyvesinden olsa olsa reçel olur. Ona da şeker lazım. İnsanlar da öyle. İnsanların aşılanması da etkilenmeyle oluyor.

Tabii ki benim hayatımın da -yukarıda ifade etmeyi denediğim gibi- etkilenmemesi kaçınılmazdı; düşüncelerim değişti, insanlara bakış açım, davranışlarım değişti.

Yazarlığımı nasıl etkilediğine gelince.

Herhangi bir kapıyı açmak için anahtar kullanılır. Yazmak için kullanılan anahtarın adı ise kâğıt kalem değil, bilgi birikimidir, bana kalırsa; nerede, hangi ülkede olursa olsun gözü gören, kulağı işiten, eli kalem tutan ve bildiğini bilen herkes yazabilir.

Fakir Baykurt ile ne zaman tanıştınız? Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu’nu nasıl kurdunuz? Neler yaptınız?

Bu, yedinci sorunun yanıtı biraz uzun olacak. A, B, C diye üçe böleceğim.

  1. A) Fakir Baykurt ile ne zaman tanıştınız?

Fakir Baykurt ile bir otobüs yolculuğunda tanıştım.

Kuzey Ren Vestfalya (NRW) Sosyal Danışmanlar Derneğimiz 1983 yılının ilkbaharında bir Paris gezisi düzenlemişti. Gezi otobüsle yapılacaktı. Otobüsümüz Gelsenkirchen tren istasyonunun önünden kalkacaktı. Geziye katılanların çoğu Ruhr bölgesindendi, biz Detmold’dan gidecektik. Detmold ile Gelsenkirchen arası 150 kilometredir, otomobille en az 2 saat sürer. Tren ile gidecek olsak otobüsümüzün hareket saatine yetişemeyecektik.

“En iyisi,” dedik, “biz arabamıza binelim doğrudan Aachen üzerinden Belçika hududuna gidelim, otobüse orda bineriz.” Hareket gününden birkaç gün önce kararımızı geziyi düzenleyen arkadaşlarımıza da bildirdik. “Tamam, biz sizi oradan alırız,” dediler.

Kararlaştırılan gün bindik arabamıza ve düştük yola. Belçika hududuna vardık, arabamızı bir park yerine çektik, çıktık dışarı; bekliyoruz.

Ne gelen var ne giden. Arada tek tük de olsa otobüsler geçiyor ama park yerine uğrayan yok. Eşim sabırsızlanıyor, “Hani diyor, senin toz kondurmadığın Türkdanışların, onlar çoktan geçip gitmişlerdir.” “Bizi” de demiyor, “seni burada bıraktılar, gördün mü?” diyor. Ben de tedirginim ama belli etmiyorum. “Yahu,” diyorum, “otobüs Ruhr bölgesinden geliyor, oralarda bu saatlerde trafik yoğun olur, sabret, az sonra gelir!”

Ve beklediğimiz GE plakalı otobüs az sonra geldi, park yerine yanaştı.

Uzatmayalım, otobüsün ön kapısından içeri daldık. Bir de ne görelim, otobüs ağzına kadar dolu; tanımadığım, bilmediğim bir sürü kadın erkek doldurmuş otobüsü. Üstelik ön koltukların çoğunu da kapmışlar. Eşim iki canlı, beş altı aylık hamileydi. Şoför bize eliyle otobüsün en arka koltuğunda iki kişilik boş koltuk olduğunu işaret etmesin mi! Eşimin karnı burnunda, “Ben orda oturmam!” diyor başka bir şey demiyor. Sağıma bakıyorum, soluma bakıyorum, belki bir Allah’ın kulu Türkdanış meslektaşım, eşimin vaziyetini görür de insafa gelir koltuğunu verir, yok. Kimse oralı olmuyor. Tepem attı. Eşim de hâlâ, “Halit ben o arka koltukta oturamam, bana buradan, ön taraftan koltuk bul,” diyor, ha bire canımı sıkıyor.

Ben de eşimin durumu gören, hiç aldırış etmeyen duyarsızlara kızıyor, eşime çıkışıyorum: “Ulan kadın sus, canımı sıkma!” diye bağırıyor, şoförün işaret ettiği, otobüsün en arkasındaki koltuklara doğru gidiyorum. O da bana hâlâ “Halit, Halit!” diye seslenip duruyor.

 

Bir ara arkamı döndüm ki, ne göreyim! Şoförün arkasına düşen ikinci sıradaki koltukta oturan orta yaşlı bir adam koltuğundan kalkmış, yerine eşimi oturtmuyor mu!

Olduğum yerde kaldım. Türkdanış arkadaşlarımdan biri değildi bu kişi. Eşimi koltuğuna yerleştirdikten sonra, bana doğru geldi, “Dur hele dur,” dedi, “niye sinirleniyorsun be arkadaşım, sakin ol biraz!” Kolumdan tuttu otobüsün en arkasındaki iki kişilik koltuğa doğru yürüdük.

Koltuğa önce beni yerleştirdi, yanıma da kendi oturdu. Ben ‘Kim lan bu adam!’ diye düşünürken, o bana mesleğimi soruyordu, hem de adımı söyleyerek: “Öğretmen misin, Türkdanış mısın Halit?” “Türkdanışım.” dedim kısaca. (Meğer otobüste biz sosyal danışmanların dışında öğretmenler de varmış.)

Bende de saflık var! Adam beni alttan altta sorguya çekiyor, benim aklıma gelip de sen kimsin, necisin diye sormuyorum. Öyle ya koca otobüsün içinde tek enayi sen misin, rahat koltuğunu el aleme veriyorsun!

Adamcağız, kafamın içindekileri okumuş gibi, “Geçenlerde Köln yakınlarında bir kasabada açılan bir fotoğraf sergisinde ‘Biz köyü terk ederken…’ diye bir şiire rastladım. Altında Halit Ünal yazıyordu, o Halit sen misin?” diye sorunca, “Evet o şiiri ben yazdım.” dedim. Dedim ama şaşırmıştım da. Meğer bizim şiir ortalıkta dolaşıyormuş da haberim yokmuş.

Bu arada otobüsün ön taraflarından birileri sürekli “Fakir Abi gelsene ya, gel buraya otur,” diye çığrışıp duruyor. Ben hâlâ uyanamıyorum.

Oturduğu koltuğu eşime veren yanımdaki adamın ünlü yazarımız Fakir Baykurt olacağı nereden aklıma gelsin. Onun Almanya’da olduğundan haberim bile yoktu.

“Başka şiirlerin var mı, Halit?” diye sordu. Birkaç şiirimin daha olduğunu söyledim. “İyi,” dedi, “yazmaya devam et.” Başka neler konuştuk hatırlamıyorum. Bir süre sonra yanımdan kalktı, otobüsün ön tarafına doğru yürüdü gitti. O kalkıp gittikten sonra sol yanımda oturan kişi, bana döndü usulca, “Yanında oturan bu adam Fakir Baykurt, tanımıyor musun?” dedi.

Gezimiz bitmiş, geri dönüyorduk. Akşamüzeri Almanya hududuna varmıştık. Otobüsten inerken, “Şiirlerini yollamayı unutma!” diye arkamdan seslendi.

  1. B) Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Gurubu’nu nasıl kurdunuz?

Vatandaşlarımız arasında Türkdanış olarak bilinen, Arbeiterwohlfahrt’ın ise Sozialberater und Sozialbetreuer diye tanımladığı danışmanların üstlendikleri görevin farklı boyutları vardır. Bu farklılıklar danışmanın yurttaşlarına karşı duyduğu sorumluluk bilinci, görev ve çalışma anlayışı ile yakından ilgili olduğu gibi, hizmet bölgesinde yaşayan yurttaşların nüfus sayısı, etnik yapısı, eğitim durumları, sosyal ve kültürel etkinliklere ve en önemlisi geleceğe bakış açılarıyla da ilgilidir. Örneğin Ruhr bölgesi gibi vatandaşların yoğun olduğu bölgedeki Türkdanış görevlisi ya da sadece Türkdanış dediğimiz kişi, haftanın belli günlerinde sabahleyin bürosunun kapısını açar, vatandaş gelir, sorusunu sorar, cevabını alır ya da elindeki kâğıdını uzatır, dolacaksa doldurtur, çeker gider. Danışma saati dolmuştur. Türkdanış kapısını kilitler, ceketini sırtlar, ortadan kaybolur. Bu tür hizmetin adı danışmanlıktan ziyade tercümanlıktır, bence. Danışmanın sosyal ya da kültürel çalışmalara ayıracak zamanı yoktur; ya da bu gibi işlere bulaşmak istemez. Sebebi vardır; Türkdanış’ın hizmetleri ücretsizdir. Ücretsiz hizmet, bizim vatandaşlarımız nezdinde -o zamanlar- yanlış çağrışımlar yapar. Türkdanış’ın vatandaşına bakış açısı tarafsız, vatandaşın Türkdanış’a bakış açısı daha başkadır-politiktir.

Danışmanlık görevim boyunca aklımdan hiç çıkarmadığım, “Hilfe zur Selbsthilfe” diye bir mottomuz vardı. Vatandaşı aydınlatmak, ona yol göstermek, kendine yetecek, sorununu kendisi çözebilecek imkanlar sunmak.

Danışmaya gelen yurttaşlarımızın sorununun çözümünde yardımcı olmaya çalışırken, kendisini bilgilendirmeye de önem verirdim, “Biz bugün varız yarın yoğuz, hiç belli olmaz, el oğludur, bakarsın büromuzu kapatırlar. Ortada kalmayın!” diye uyarırdım. “Anlattıklarımı aklında tutmaya çalış, öğren, bir dahaki sefer kendin çöz.” derdim. Kimi zaman okula giden yetişkin çocuğu olup olmadığını, varsa bir dahaki sefere beraber getirmesini tembihlediğim günler olmuştur.

Görevim bu şekilde devam ederken, Herford’da “Arbeit und Leben DGB/VHS” faaliyete geçti. Bu kurum, yetişkinlere iş hukuku, sosyal güvenlik ve kültür konularını içeren, günlük ya da haftalık seminerler düzenliyordu. Hangi vesileyle oldu hatırlamıyorum, Helga Kohne ile tanıştım; AuL DGB/VHS’in yöneticisiydi.

Arbeit und Leben Alman Sendikalar Birliği DGB ile Volkshochschule’nin birlikte oluşturdukları, yetişkinlere eğitim veren bir kurumdur.

Bölgemizde yaşayan sendika üyesi vatandaşlarımıza, Türkçe dersi veren öğretmenlerimize, ev kadınlarına, ailelere ve on altı yaş üstü gençlere yönelik seminerler hazırlamaya başladım. 1980li yıllardı.

O yıllar, yaşadığım en sıkıntılı, en yalnız, dokunsan ağlayacak kadar en duygusal yıllarımdır.

Çok sıkılmıştım. ‘Bir seminer de kendimize düzenlesek ne olur?’ diye düşündüm. Amacım seminer falan değildi aslında, bir hafta sonu da olsa sıkıntılarımdan uzaklaşmak istiyordum. Oturdum, dost bildiklerime bir mektup yazdım.

İşte, Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubunun doğuşu, 1986 yılının ocak ayında dost ve arkadaş bildiklerime yazdığım o mektupla başladı.

Ve 1986 yılının 14 Mart Cumartesi günü Herford’a 16 km uzaklıktaki, Vlotho’da Weser Irmağı’na kuşbakışı bir otelde buluştuk. Çığlığımı duyanlar gelmişti, duyamayanlar aramızda yoktu. Duyanların başında Fakir Baykurt ve eşi Muzaffer Baykurt vardı. Duyamayan arkadaşlarımın adlarını yazmıyorum; ayıp olur.

O gün yirmiye yakın kişiydik. Aklımda kalanlar: Ramazan Özgentürk, Hüseyin Çölgeçen, Kadir Karatay, Neval Kavuk, Ali Aslan, Molla Demirel / Sakine Demirel ve oğlu, Sami Sülük ve eşi ve bebeği (adını unuttum özür dilerim), Ali Özenç Çağlar / Yüksel Çağlar ve iki oğlu, ben, eşim ve iki oğlumuz ve adları aklımda kalmayan Ruhr bölgesinden Fakir Baykurt’un önerdiği birkaç kişi.

Verimli, uyumlu çok güzel bir hafta sonu geçirmiştik; şiirler, hikâyeler okumuş, türküler söylemiştik. Fakir Baykurt bir baba, bir öğretmen, bir kardeş gibi kucaklamıştı hepimizi. Beraberliğimiz kısa sürmüştü, çok çabuk geçmişti iki gün!

Vedalaşırken eşlerimiz çocuklarımız hep bir ağızdan, “Gene toplanalım,” diyor ısrarla Fakir ağabeyin etrafını dolanıyorlardı. O da “Bana gelmeyin, Halit’e gidin,” diyor, beni işaret ediyordu, ama dinleyen kim…

Buluşmamızın son günü, değerlendirme bölümünde, Fakir Baykurt önermişti zaten. “Halitciğim, çok güzel, çok farklı bir toplantı oldu. Başka yerlerde erkek ağırlıklı yazar çizer takımının toplantılarına benzemedi. Gördüm, sen bunu halledersin, yaz tatilinden sonra bir toplantı daha hazırla, yine böyle eş ve çocuklarımız aramızda olsun, mümkünse çocuklarımıza da bir pedagog bul,”   diye bana yol gösteriyor, teşvik ediyor, yüreklendiriyordu. Öyle de oldu.

İki yarım gün süren buluşmamızın, üç güne çıkarılmasını karalaştırdık. Ve o gün için ayrıldık.

KRV Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu’nun doğuşu.

İlk buluşmamızda kararlaştırdığımız gibi, 1986 yılının ikinci yarısında bir kez daha toplandık. Yine bir hafta sonuydu; yirmi kişi kadar vardık. Toplantımız cuma günü akşamı başladı, pazar günü öğleden sonraya kadar sürdü. Buluşmamızın altı hafta öncesinden Fakir Baykurt ile birlikte davetiye yollayacağımız arkadaşlarımızın listesini, hafta sonu program akışını ve işleyeceğimiz konuları belirlemiştik.

Programımızın ilk bölümünde arkadaşlarımızın çalışmalarından örnekler dinledik, üzerinde konuştuk, önerilerde bulunduk.

İkinci bölüm ise bu toplantıların devamı üzerinde fikirler yürüttük, devam edebilecek ise, böyle bir olanak varsa, ileriye dönük neler yapabileceğimiz üzerinde uzun uzun tartıştık.

Toplantılarımızın devamı hususunda herhangi bir sorunun olamayacağını açıklamamdan sonra, konu, döndü dolaştı grubumuza ad koymaya dayandı. Aslında hepimizin niyeti belliydi, toplantılarımız devam etmeliydi. Lakin bir adı da olmalıydı!

Bir önceki buluşmamızda çocuk doğmuştu da adı konmamıştı zaten. Altan altan bir ad arıyor gibiydik. Durum onu gösteriyordu.

Durum anlaşılınca, kimi arkadaşlar “Dernekleşelim, dernek kuralım.” önerisinde bulundular. İyi niyetli bu öneriyi çoğunluğumuz uygun görmedik. Sebebi şu idi:

Toplantılarımız Arbeiterwohlfahrt/Türkdanış ile Arbeit und Leben-DGB/VHS’in iş birliği çerçevesinde, hafta sonu semineri kapsamında düzenleniyordu. Bundan daha önemli olan itiraz nedeni de bizler ailece bir araya geliyorduk, dernekleşecek olursak durum çok farklı olacaktı. Hem seminer düzenleyicisi ve sorumlusu ve hem de Halit Ünal olarak ben tamamen karşıydım, çünkü bizim insanımızın dernekçiliğe hazır olmadığını ve buna bağlı olarak beraberinde getireceği sorunları yakından biliyordum. Biz grup olarak kalmalı, bununla beraber kapımız kapalı değil aralık, fakat herkese açık olmamalıydı. Bilmem anlatabiliyor muyum?

Biz bunları tartışırken, Fakir Baykurt bizi sessiz sedasız dinliyordu. Hiç unutmuyorum, “Bir kahve molası verelim arkadaşlar.” dedi. Salonu boşalttık, bahçeye çıktık, “Gel biraz dolaşalım,” dedi koluma girdi. Yürüdük. “Doğruları söylüyorsun Halit, biz böyle grup olarak devam edelim, daha fazla da sesini çıkarma.” dedi.

Toplantımıza döndük, yerlerimizi aldık.

Aldı Fakir Baykurt, “Arkadaşlar hepiniz ayrı ayrı konuştunuz, güzel şeyler söylediniz. Fakat ortada henüz bir şey yok, daha dün bir araya geldik, o kadar heyecanlanmayın, biz KRV da yaşayan, eşleri ve çocuklarıyla bir araya gelen bir grup yazarız, bir şeyler yapamaya çalışıyoruz, ne derneğiymiş! Öyle şey olur mu?” dedi ve noktayı koydu. Kimse de sesini çıkaramadı.

Çocuğun adı konmuştu: Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu  

Grubumuzun bir çekirdek kadrosu olmamakla birlikte, kimi arkadaşlarımız hemen hemen her buluşmamıza katılmaktaydı. Yukarıda da söylediğim gibi çağrı yapılacak kişilerin listesini Fakir Baykurt’a danışarak organizatör olarak ben hazırlıyordum. Aramızda yazarlar, şairler, yayıncılar, ressamlar, kütüphane yöneticileri, çevirmenler vardı. Buluşmalarımız biraz da adı Alman Edebiyat tarihine geçen, Hans Werner Richter’in çağrısı üzerine 1947 yılında bir araya gelen, aralarında Heinrich Böll, Günter Grass, Ingeborg Bachmann gibi birçok ünlü yazarların katıldığı, “Gruppe 47″ye benziyordu. Aramızdaki fark, bizim eş ve çocuklarımız ile birlikte olmamızdı.

Grubumuzun çalışmaları zamanla Almanya’nın diğer eyaletlerinde ve Hollanda’da duyulmaya başlamıştı. Aramıza katılmak isteyenlerin sayısı artıyordu. Katılımcı sayısını belli bir sayıda tutmak zorundaydık. Kimseyi de gücendirmek istemiyorduk. Bu nedenle şöyle bir çözüm bulmuştuk:

Her toplantımıza bir veya en fazla iki konuk davet edecektik.

Grubumuzdan ayrılan arkadaşlarımız olduğu gibi katılanlar da oluyor, çekirdek kadro diye niteleyebileceğimiz grup üyeleri zamanla değişebiliyordu.

Aramızdan ayrılan arkadaşlarımızdan hiçbirinin dargınlık, kırgınlık ya da anlaşamamazlık gibi nedenlerle ayrıldıklarını hiç duymadım, bilakis dostlukla ayrılıyorlardı.

Her toplumda olduğu gibi, bizim toplumuzda da sıkça rastlarız.

Kimi insan vardır inatçıdır. Tabir yerindeyse, kaburgası balta sapı gibi kalındır, söz dinlemez, laf işlemez; çarpar geri gelir. Her lafına “Yok, hayır, o öyle olmaz!” ile yanıt verir. Bu tür kimselerle konuşmak da çalışmak da zordur. Yorar insanı, başını duvarlara çarpasın gelir. En nihayet pes edersin. Adam da kazandığını sanır, alay eder gibi insanın gözünün içine baka baka gülümser.

Gelmiş geçmiş gün, açık yüreklilikle söylemek isterim ki böyle bir kimseye bir kişinin dışında hiç rastlamadım. O kişi de (sen o tarihlerde aramızda mıydın, hatırlamıyorum) iki toplantıdan sonra bir daha gelmez oldu.

Kuzey Ren Vestfalya Yazarlar Çalışma Grubu, Sonbahar Buluşmasına katılanlar, Herford, 1994 (Foto: Molla Demirel)

Burada Arbeiterwohlfahrt (AWo)/Türkdanış ve Arbeit und Leben-DGB/VHS ( AuL) hakkında biraz bilgi vermek istiyorum.

Önce Türkdanış nedir, kimdir?

Arbeiterwohlfahrt (AWo), 100 yıllık geçmişi olan, Almanya’nın en eski sosyal yardım kuruluşlarından biridir. Sosyal demokrat Marie Juchacz ve arkadaşları tarafından 1919 yılında kurulmuştur. Din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin sosyal yardıma ihtiyacı olan herkese hizmet veren Yarı Kamu Kuruluşu statüsündedir.

Hitler’in 30 Ocak 1933 tarihinde iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, AWo’ya el konulmak istenmişse de üyelerin karşı koymaları üzerine, başarılamamıştır. Sonunda da yasaklanmış ve varlıklarına el konulmuştur. Bunun üzerine Marie Juchacz ve arkadaşları Almanya’yı terk etmek zorunda kalmışlardır.

Arbeiterwohlfahrt, savaş sonrasında, din, dil ve ırk ayrımı gözetmeyen, siyasi partilerden bağımsız,  özerk bir sosyal yarım kuruluşu olarak 1946 yılında Hannover’de tekrar kurulmuştur.

Wohlfahrt, kişilerin kendi yaşamlarını bağımsız bir şekilde ve refah içinde sürdürebilmeleri için zorunlu ekonomik ve sosyal olanaklara sahip olmaları gerektiği düşüncesine dayanan, karşılıksız hizmet verme çabasıdır. Arbeiterwohlfahrt da daha çok “Abhängigbeschäftigte” dediğimiz İşçi/Emekçi kesimine yönelik çalışmalar yapmaktadır.

Federal Almanya’da Arbeiterwohlfahrt gibi benzer hizmetler sunan Yarı Kamu Kuruluşu statüsünde birçok kuruluş bulunmaktadır. Örneğin; Diakonisches Werk, Caritas Verband, Paritätischer Wohlfahrtsverband bunlardan bazılarıdır. Yarı Kamu Kuruluşu statüsünde olmalarının sebebi ise, devletin vatandaşlarına karşı yerine getirmesi gereken bazı görev ve hizmetleri üstlenmiş olmalarındandır.

1960lı yıllarda art arda yoğun olarak getirilen yabancı işçilere sosyal hizmet vermek üzere, Otodoks Hıristiyan Yunan işçileri için Diakonisches Werk, Katolik İtalyanlar için Caritas Verband ve Jugoslav, Müslüman Türk ve Müslüman Tunus işçiler için ise Arbeiterwohlfahrt görevlendirilmiştir.

AWo’nun ilk Türkdanış bürosu 1.6.1961tarihinde açılmıştır.

1989 yılında, 12 yıl hizmet ettiğim AWo/Türkdanış’taki görevimden istifa ettim ve Arbeit und Leben-DGB/VHS Herford’da Sosyal Pedagog olarak göreve başladım.

Arbeit und Leben-DGB/VHS (AuL)

AuL, yetişkinlere değişik şekillerde eğitim hizmetleri sunan bir kuruluştur. NRW’de Alman Sendikalar Birliği DGB ve Volkshochschulelerin ortak iş birliği çerçevesinde kurulmuştur.

İlkesi, İş(imiz) için eğitim – Yaşam(ımız) için Eğitim olarak tanımlanır.

AuL’in faaliyetlerinin temelini özgürleştirici eğitim çalışmaları, demokrasi bilinci, dayanışma, eşitlik ve çeşitlilik oluşturur. Eğitim projelerinin içerikleri, hedef grupların bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarına göre belirlenir. Bu bağlamda çalışan insanın, bireysel ve toplumsal hak ve çıkarlarını yansıtabilmesi, kendini ifade edebilmesi ve savunabilmesine katkı sağlayacak ve aynı zamanda yurttaşlık bilincini geliştirecek seminer, konferans, bilgilendirme toplantıları, eğitim gezileri düzenler.

  1. C) Neler yaptınız?

Almanya’da “Eigenlob stinkt” diye bir söz var. Türkçeye çevirecek olursak, “Kendini övmek, kötü kokar.” demeye gelir.

Bizim dilimizde de kendinden bahsetmek, her fırsatta “Ben” demek, kendini öne çıkarmak ayıp sayılır.

Kendimden söz etmek bana zor geliyor. Ama yapacak bir şey yok. KRV Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubunun -yukarıda da değindiğim gibi- bir vesileyle tarafımdan oluşturulmasından, on yılı aşkın bir süre sonra yayınladığımız KAVŞAK kitabımızla çalışma hayatını noktaladığımız tarihe kadar tüm organizasyonların ve gerçekleştirilen tüm projelerin tarafımdan yapıldığı göz önüne alındığında, -grubumuzun faaliyetlerini öne çıkarmaya özen göstererek- kendimden de söz etmem yadırganmaz herhalde, diye umuyorum.

Gelelim neler yaptığımıza.

KRV TYÇG’muz üyelerinin yılda iki kez gerçekleştirdiği buluşmaların büyük bir bölümünü,  senin de yakından bildiğin gibi edebiyat sohbetlerimiz oluşturuyordu. Yeni çalışmalardan bölümler okunuyor, eleştiri yapılıyor,  öneriler getiriliyor ve tartışmalar yapılıyordu.

Yukarıda da değindiğim gibi, hemen hemen her buluşmamızda Federal Almanya dışından ya da Almanya’nın diğer kentlerinden davet ettiğimiz bir veya iki yazar, ressam, çevirmen arkadaşımız oluyordu. Konuklarımız ile tanışıyor, yayınlanmış ve yayına hazır yapıtları hakkında bilgi alıyor, edebi sohbetler de bulunuyorduk. Grubumuzun daimi üyeleri arasından ayrılanlar olduğunda, çağrımız üzerine bu konuklar içerisinden aramıza katılanlar da olmuştur.

İsim verecek olursak:

Daimi Üyeler / İlk kuruluşta yer alanlar:

Fakir Baykurt

Halit Ünal

Ramazan Özgentürk / Pädagog

Hüseyin Çölgeçen / Ortadoğu Verlag /Yayıncı (Vefat etmiştir)

Ali Arslan / Yazar (kendi isteğiyle ayrılmıştır)

Ali Özenç Çağlar / Şair, Yazar

Yüksel Çağlar / Pädagog  (kendi isteğiyle ayrılmıştır)

Metin Gür / Yazar

Zeki Aslan / Ressam

Molla Demirel / Şair

Sami Sülük (kendi isteğiyle ayrılmıştır)

Kuzey Ren Vestfalya Yazarlar Çalışma Grubu, Sonbahar Buluşmasına katılanlar, Herford, 1994, (Foto: Kemal Yalçın)

 

Sonradan Katılan Daimi Üyeler :

Helga Kohne, Herford

Mevlüt Asar / Yazar

Dilek Asar / Pädagog

Muammer Bilge / Yazar, Hamburg (kendi isteği ile ayrılmıştır)

Can Yoksul / Şair, Detmold

Kemal Yalçın / Şair, Yazar, Bochum

Ahmet Sefa / Yazar, Hollanda

Zeki Arslan / Ressam, Lippstadt

 

Toplantılarımıza davet ettiğimiz “Konuk” katılımcılar:

Lientje Emck / Kütüphane yöneticisi, Hollanda

Gerard Roche Erdbrink / Türkçe çevirmen, Hollanda

Hartwig Mau / Türkçe çevirmen, Essen

Murat Karaaslan / Yazar, Ruhr Bölgesi

Ahmet Çelik / Yayıncı – Anadolu Varlag, Ruhr Bölgesi

Bekir Karadeniz / Fotoğrafçı

Ali Eliş, Hamburg

Osman Engin / Yazar, Bremen

Gülbahar Kültür / Şair, Bremen

Gani Cansever / Ozan (Heval), Bremen

Yücel Feyzioğlu / Yazar, Ruhr bölgesi

Yaşar Miraç / Sair, Ruhr bölgesi

Kadir Karatay, Herford

Neval Kavuk, Detmold

Fethi Savaşçı / Yazar, Münih

Sabri Uysal / Müzisyen ,

Aydın Yeşilyurt / DERGİ dergisi yöneticisi, Ruhr bölgesi

Murat Tuncel / Yazar, Hollanda

Agop Yıldız, Hollanda

Kurt Mülleri / Yazar, Bielefeld,

Peter Bornhöft / Şair, Bielefeld

Klaus Nowak / Yazar, Literaturbüro Detmold

Özdemir Başargan / Yazar, Berlin

Erol Yıldırım / Yazar, Stuttgart

Bahattin Gemici / Şair, Ruhr bölgesi

Mevlüt Koca / Şair, Ruhr bölgesi

 

  1. ALMANYA DIŞINDAN DAVETLİLERİMİZ

Vera Feonova, Sovjetler Birliği

Vera Tulyakova Hikmet, Sovjetler Birliği

Tevfik Melikof, Sovjetler Birliği

Azad Abdulin, Sovjetler Birliği

Cengiz Hüseyinov, Sovjetler Birliği

Svetlana Uturgauri, Sovjetler Birliği

Vedat Türkali / Yazar, Türkiye

Halit Çelenk / Hukukçu, Türkiye

Salih Mercanoğlu / Şair, Antalya/Türkiye

Duran Yılmaz / Yazar, Antalya Türkiye

Prof. Uğur Nutku, Türkiye

Dr. İsmail Taner / Beyin cerrahı, İsviçre

Daniela Taner / Çevre mühendisi, İsviçre

Dr. Tuncer Miski / Astroloji, Bremen

 

Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubunun altı ay aralıklarla yapmış olduğu bu toplantıların haricinde gerçekleştirilen faaliyetleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Doğrudan Grup üyelerine yönelik faaliyetler:

Bunlar kimi zaman konferans, kimi zaman da soru yanıt usulü bilgilendirme biçiminde yürütülen ve üyelerimizin bilgi birikimlerini genişletmek amacını taşıyan çalışmalardı. Konularımız arasında Toplum Bilim, Felsefe ve hatta Tıp ve Astronomi gibi akademik bilimler olduğu gibi Yayıncılık, Edebiyat dünyasında Kadının yeri, Almanya’da İşçi edebiyatı… vardı. Konferanslar konunun uzmanları tarafından veriliyordu. Uzmanlara ise grup üyesi arkadaşlarımızın tanıdıkları vasıtasıyla ulaşılıyordu.

 

Uzman konuklar:

Fethi Savaşçı, İşçi Yazar, Münih

Vedat Türkali, Yazar, Türkiye

Halit Çelenk, Hukukçu, Türkiye

Prof. Uğur Nutku, Felsefe, Türkiye

Dr. İsmail Taner, Beyin cerrahı, İsviçre

Daniela Taner, Çevre mühendisi, İsviçre

Dr. Tuncer Miski, Uzay Bilimleri, Bremen

 

Yukarıda değindiğim, toplantılarımız çerçevesinde işlediğimiz, konuların dışında ayrıca yaptığımız kültürel geziler de oldu. Bielefeld Picaso sergisi, Weimar / Buchenwald / Panorama Museum Bad Frankenhausen gezisi.

  1. Uluslararası faaliyetler:

Bana kalırsa bizim toplumumuzda, diğer ülkelerden farklı olarak, aydın olmanın getirdiği sorumluluklar var. Bu sorumluluk duygusu aydın dediğimiz insanın karakteriyle bire bir ilgili olduğu gibi, toplumumuzun beklentileriyle de ilgili olsa gerek.

Aydınlarımız – yazar, ressam, tiyatrocu vb. -toplumuna karşı kendilerini borçlu hissederler.

Açık söylemem gerekirse, toplumuzun azımsanmayacak bir kesiminin okumaya, öğrenmeye, düşünmeye ve fikir edinmeye karşı olan çekingenliğinin ve dolayısıyla çoğu şeyi başkalarından bekleyen alışkanlığının bunda büyük etkisi vardır diye düşünüyorum.

Örneğin burada, Almanya’da bir yazar öncelikle kendi işine yoğunlaşır. Toplumsal sorunlara duyarsızdır demek istemiyorum. Çözüm hususunda aktif rol almak istemez. “O iş, o alanın uzmanlarının işidir,” der ve sorunların çözümünü uzmanlarına bırakır. Ve doğrusu da budur, diye düşünüyorum.

Bizim toplumumuz aydınından her şeyi bilmesini ister, her sorunu çözmesini bekler. Durum böyle olunca, biz de asıl işimiz olan yazarlığımızın yanı sıra toplumsal sorunlara çözüm aramaya soyunuruz. Kötü mü yaparız? Hayır.

Hiç unutmam. Almanya’ya geleli bir iki hafta olmuştu. Haftanın iki günü koltuğumda kitaplar trenle Bielefeld’e Almanca kursuna gidiyordum. İstasyon binasına doğru yürürken, kıyafetinden Türk olduğu besbelli, orta yaşlı bir adamın, gözlerini koltuğumun altındaki kitaplara dikmiş, gelişimi izlediğini gördüm. O yıllarda bizim yurttaşlar “Bahnhof” önlerinde buluşurlardı. İstasyon binasının girişinde yanıma yaklaştı, “Türk müsün?” diye sordu. “Evet, Türk’üm,” dememe kalmadı, nereli olduğumu, hangi fabrikada çalıştığımı yapıştırıverdi.

“Sivaslıyım, öğrenciyim,” dedim. “Bielefeld’e kursa gidiyorum.”

“Ben de Sivaslıyım gardaş,” demesiyle birlikte elini ceketinin koyun cebine soktu bir tomar kâğıt çıkarttı. “Burda ne yazıyor gardaş, bir baksana, ne olur?” dedi.

“Abiciğim ben Almanya’ya yeni geldim, Almancam yok,” dedimse de inandıramadım. Adam bana ağzına geleni söyledi. “Öğrenciyim,” diyon, “Almanca bilmiyorum,” diyon. “Sivaslıymış bok yiyen!”  Ne diyeceğimi şaşırdım, memleketin acemisiyim, cevap versem bir türlü, vermesem bir türlü. Dalaşsam treni kaçıracağım.

Bir şekilde adamdan yakamı kurtardım, yürüdüm gittim.

Demem o ki, adının başında yazar, gazeteci, doktor vb. sıfat olan herkes; toplumuzda bir başka gözle görülür. Yazarsınızdır, bir yerde edebiyat söyleşisi yapıyor, öykünüzü, şiirinizi okuyorsunuzdur. Okumanız biter, dinleyici size edebiyatla ilgili tek soru sormaz. Memleketin hallerini sorar. “Yahu kardeşim ben politikacı değilim!” deseniz, adam kızar. “Bu da hiçbir şey bilmiyor, sittir et!” der.

İşte bu nedenle bizim aydınlarımız, yazar çizerlerimiz… toplumumuzun beklentileri karşısında çok şey bilmek zorundadır ve de bilir; sorumluluk almaktan da kaçmaz. Bazı şeyleri kendisine BORÇ bilir.

Grubumuz, topluma karşı sorumluluk, ülkesine karşı sorumluluk, edebiyata ve edebiyatçılara karşı sorumluluk duyan arkadaşlarımızdan oluşuyordu. Ve bu, edebiyat çalışmalarımızın yanı sıra kültürel faaliyetlerimizi de biçimlendiriyordu. Altı ay aralıklarla gerçekleştirdiğimiz buluşmaların dışında, ayrıca yapmış olduğumuz faaliyetler, AuL’in yıllık eğitim programları dahilinde tarafımdan organize ediliyordu. Konuları grup toplantılarımızda getirilen öneriler doğrultusunda belirleniyordu.

Gönül Borcu, Dayanışma, Ödüllendirme

Türkiye ve Sovyetler Birliğinden Konuklar.

Fakir Baykurt şöyle diyordu: “Kadir kıymet bilmez bir memleketten geliyoruz. Ülkemizde yazarların çoğu yetim gibidir, ilgi göstereni yoktur. Devletimiz ilgilenmiyor. Bizim burada olanaklarımız var, çağıralım birkaçını, gelsinler buraları görsünler, evlerimizde ağırlayalım; nasıl yaşadığımızı görsünler.”

Antalya’dan davet ettiğimiz Yörük Yazar Duran Yılmaz, Sevgili Kemal Yalçın, senin evinde kalp krizinden öldü. Salih Mercanoğlu bana, “Dayanamadı Halitciğim, hayatında ilk kez yurtdışına çıkmıştı, hayatında ilk kez kalabalıklar önünde öykülerini okuyordu, yüreği dayanamadı,  sevincinden öldü.” demişti. Bu sözlerden sonra Fakir Baykurt’u anlayamamak günahların en büyüğüdür.

“Sadece Türkiye’den değil,” diyordu Fakir Baykurt, “SSCB’den de misafir çağıralım. Moskova’da Lenin Kütüphanesinde bir Türk Edebiyatı bölümü vardır. Orada Türkçeden Rusçaya çevrilmiş binlerce kitap bulunur. Yazarlarımızın kitaplarını çeviren Türkologlar var, çevirileriyle Türk edebiyatına hizmetleri büyüktür. Onları da çağıralım, ödüllendirelim. Devletimiz umursamıyor böyle insanları, biz yapalım bu görevi. Bizden de arkadaşlar gitsinler oraya, oraları görsünler.”

Burada Fakir Baykurt’u saygı ve rahmetle anarken, AuL’i unutmamak gerekiyor. Toplantılarımızın, davet ettiğimiz konuklarımızın ve sözünü ettiğimiz çalışmaların masraflarının tümü AuL tarafından karşılanıyordu.

1988 yılının başlarında, toplantılarımız alışılmış düzeninde devam ederken, Fakir Baykurt’un aracılığıyla SSCB Yazarlar Birliği’ne bir mektup yazdık. Mektubumuzu Fakir Baykurt kaleme aldı ve altını imzaladı. Grubumuzu tanıttık, dileğimizi ilettik. Bir zaman sonra mektubumuzun yanıtı geldi; bizimle çalışmaktan hoşnut olacaklarını, SSCB ile bir sözleşmenin yapılmasının ama zorunlu olduğunu ve bunun için bir veya iki kişinin Moskova’ya gitmesi gerektiğini bildiriyorlardı. Biz Fakir Baykurt’u düşünüyorduk. Kabul etmedi, beni önerdi. “Madem iki kişi diyorlar, yanına gruptan bir arkadaş al, beraber gidin.” dedi.

İlk görüşmeleri yapmak üzere ben ve yanımda da Ali Özenç Çağlar Moskova’ya uçtuk. Bizi havalimanında VİP salonunda Türkolog Natalya ve Ivan/Natalya’nın öğrencisi bir kardeş sıcaklığı ile karşıladılar. Altımıza şoförüyle birlikte özel bir otomobil verdiler, cebimize harçlık koydular ve bizi on beş gün Moskova’da misafir ettiler. Tiyatroya (Bolşoy), Operaya, Gorki Müzesine, Resim sergilerine gittik. Yazarlar Birliği Binasında Türk Sovyetlerinden yazarlarla tanıştık, Azerbaycan Sefarethanesine davet edildik; “kardaşlarımız gelmiş” dediler. Başta Vera olmak üzere daha nice yazar ve Türkolog ile tanıştık, evlerinde misafir olduk; Rus yazar Radi Fiş’i evinde ziyaret ettik, Rusya Bilimler Akademisi Hocası Türkolog Prof. Svetlana Uturgauri‘nin evinde Ekber Babayev’n hayat arkadaşı ile tanıştık. Fakir Baykurt’un İki Vera, diye söz ettiği Nazım Hikmet’in son eşi Vera Tulyakova Hikmet ve Türkolog Vera Feonova bizi hiç yalnız bırakmadılar. Nazım Hikmet’in evinde sohbetler ettik, çalışma odasını gördük, mezarını ziyaret ettik.(Bu görüşme ve tanışmalarımızın bir kısmını kayıt altına aldım.) Karşılıklı yazar ziyaretleri için gerekli olan sözleşmenin ön hazırlıklarını tamamladıktan sonra Almanya’ya döndük. Sözleşmenin imzalanmasını Fakir Baykurt’a bıraktık.

Sovyetler Biriliği Yazarlar Birliği ile karşılıklı ziyaretlerimiz böylece başlamış oluyordu. Yine Fakir Baykurt’un önerisiyle davet edeceğimiz konuklardan biri Yazar ve diğeri de mutlaka Türkolog olacaktı ve en az on beş gün evlerimizde misafirimiz edileceklerdi. Sovyetler Birliği Yazarlar Birliği ile karşılıklı ziyaretler kapsamında gelen ilk konuklarımız Vera Tulyakova Hikmet ve Türkolog Vera Feonova oldular.  Tarih 1989 yılının ocak ayı idi.

Bremen Neuer Wahr semti, Berliner Freiheit Meydanı’na dikilen Nazım Hikmet Anıtı Açılışı gününde. Soldan sağa: Fakit Baykurt, Şafak Yalçın, Vera Hikmet, 1989 (Foto: Kemal Yalçın)

Nazım Hikmet’in son eşi Vera’nın Almanya’ya gelmesi büyük ses getirdi haliyle. Böylesi bir organizasyonun gerçekleştirilmesi KRV Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubumuz adına gurur vericiydi tabii. Bu ilk ziyaretten az bir zaman sonra, aynı yılın nisan ayında, “Karşılıklı Ziyaretler” ile ilgili sözleşmeyi imzalamak üzere Fakir Baykurt, misafir olarak da Hüseyin Çölgeçen ve Can Yoksul Moskova’ya gittiler. Böylece, Sovyetler Birliği Yazarlar Birliği ile karşılıklı ziyaretlerimiz resmileşmiş oldu. (Sözleşmenin aslını diğer belgelerle birlikte Essen Üniversitesi, Türkistik Bölümü arşivine teslim ettim.)

Bu kapsamda davet ettiğimiz konuklar sırasıyla şöyledir:

 

Ocak 1989 Vera Tulyakova Hikmet ve Türkolog Vera Feonova

Ekim 1989 Türkolog Prof. Svetlana Uturgauri ve Yazar Cengiz Hüseyinov.

Mayıs 1990 Yazar Tevfik Melikov ve Başkırlı yazar Azad Abdulin. 

Karşılıklı ziyaretlerimiz, Sovyetler Biriliği’nin dağılması neticesinde, Sovyet Yazarlar Birliği’nin feshedilmesi ile birlikte maalesef sona erdi.

Benzer çalışmayı Türkiye için de düşünüyorduk.

Salah Birsel ve Köy Enstitülü Mehmet Başaran’a Fakir Baykurt imzalı davetiyeler yolladık. Sevindiler. Uzun yolculuklara cesaret edemediklerini, yaşlarının buna müsait olmadığını, bildirdiler, teşekkür ettiler.

Yine Fakir Baykurt’un önerisi ile Antalya’dan Yörük Yazar Duran Yılmaz‘ı ve benim önerim ile de Şair Salih Mercanoğlu‘nu davet ettik. Geldiler. (Gerisini sana bırakıyorum, Kemalciğim.)

Davet ettiğimiz konuklarımız için Almanya’nın birçok kentinde ve Hollanda’da 15’er günlük söyleşi programları hazırlanıyordu.  Bu hazırlıkların tümü, söyleşilerin yapılacağı kentteki arkadaşlarımız tarafından yapılıyor, grubumuzdan da en az bir veya iki üye hazır bulunuyor, açılış konuşması yapıyordu.

Bunların dışında daha birçok çalışmamız oldu, kısaca sıralarsak:

Nazım Hikmet’in Moskova’daki evinin müze yapılması için imza kampanyası (3.500 imza tarafımdan Vera’ya 1990 yılında ikinci kez gelişinde Herford’da teslim edilmiştir. )

Türkiye’de Nazım Hikmet Vakfına bağış,

ABD’de tedavi gören bir Azerbaycan yazarının tedavi masraflarına katkı, vb.

 

KRV Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubunun 1986-1996 yılları arasında yaptığı çalışmaların bir bölümünün kronolojik listesi:

 

1985 Kuzey Ren Vestfalya Yazarlar Çalışma Grubu’nun doğuşu.

Tanıdık Yazar, Ressam, Öğretmen ve Üniversite öğrencilerine yönelik İlk Mektup.

1986 Geçici konsept hazırlandı. Bu tür buluşmaların düzenli şekilde devam ettirilmesi kararlaştırıldı. Eşler, çocuklar, işçiler ve entelektüeller, işçi kökenli yazarların davet edileceği ikinci bir toplantının düzenlenmesi kararlaştırıldı.

İşlenen Konular:

– Bireylerin toplumsal ilişkilerinde Sanat ve kültürün yeri,

– Federal Almanya’da Türk edebiyat.

– Yaşar Kemal’in İnce Memed romanının analizi

– ABC dergisinin tanıtımı

– Essen kentinde devam eden Abidin Dino sergisine ilişkin bilgiler

– Barış Derneğinin 10. yılı ve tutuklu üyeleri

1987 İşlenen Konular:

– Federal Almanya’da bir Türk yayın evi: Ortadoğu Verlag’ın Hüseyin Çölgeçen tarafından tanıtımı.

– Göçmen edebiyatı var mıdır? Kadının bu edebiyattaki yeri nedir?

 

Kuzey Ren Vestfalya dışından davet edilen ilk yazarlar:

– Fethi Savaşçı, İşçi yazarı (Münih)

– Muammer Bilge, İşçi yazar (Hamburg)

– Vedat Türkali (Türkiye)

 

1988 İşlenen Konular:

 

Bu buluşmaya katılanların tümü edebiyatçıdır; eserlerinde (Halit Ünal hariç) Türkçeyi kullanan roman, öykü, şiir yazarlarıdır. Kendiliğinden bir grup haline gelmiştir. Bu münasebetle yazışma ve davetiyelerde bundan böyle Literaturkreis türkischer Schriftsteller in NRW/KRV Türkiyeli Yazarlar Çalışma grubu adı kullanılacaktır.

Aziz Nesin ve Prof. Server Tanilli’nin de aralarında yer aldığı bir grup aydının öncülüğünde kaleme alınan, Türkiye’deki siyasi tutukluların serbest bırakılması talebine aktif destek verme kararı alındı.

 

Toplantımıza ilk kez Almanya’nın Ostwestfalen-Lippe bölgesinden iki Alman yazar katılmıştır.

Görüşülen konular:

– Yazar eşi (karısı) olmanın anlamı

– Çalışma Grubumuzun, ileriye dönük uluslararası faaliyetleri

Bu bağlamda Vera Tulyakova-Hikmet’in davet edilmesi

 

1989 Vera Tulyakova-Hikmet’in KRV Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu’nun davetlisi olarak ocak ayında Almanya’ya geldi. Herford ve Bielefeld’e Nazım Hikmet’in şiirleri ve hayatı konulu ilk toplantılarından sonra Almanya’nın çeşitli kentlerinde ve Hollanda’da büyük çaplı toplantılara katıldı.

Nisan ayında Grubumuzun iki üyesi Halit Ünal ile Ali Özenç Çağlar, Sovyetler Birliği Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak karşılıklı yazar ziyaretleri sözleşmesini hazırlamak üzere Moskova’ya gittiler.

Nazım Hikmet’in Moskova’daki evi müze olmalıdır, imza kampanyamız başladı.

 

İşlenen konular:

– Vera Tulyakova-Hikmet ve Vera Feonova’nın Almanya ziyaretlerinin değerlendirilmesi.

– Moskova’ya giden arkadaşlarımızın raporları

– Nazım Hikmet’in Moskova’daki evinin müzeye dönüştürülebilmesi doğrultusunda Çalışma Grubumuz neler yapabilir.

– Yılın ikinci yarısında, Sovyetler Birliğinden Türkolog Prof. Svetlana Uturgauri ve yazar Hüseyin Cengizov’un davet edilmeleri. (Davetlilerimizin ziyaret masrafları AWo Kreisverband Bielefeld karşılayacaktır.)

 

1990 Davetli yazarlarımız Tevfik Melikov ve Azad Abdulin 15 günlüğüne geldiler,Almanya ve Hollanda’da toplantılar düzenlendi.

Türkiye/ İstanbul’da kurulan Nazım Hikmet vakfına bilgi edinmek için Misafir davet edilmesi kararlaştırıldı.

 

Nazım Hikmet Vakfından hukukçu misafirimiz toplantımız katıldı. Vakıfa 1000,00 DM bağış kararlaştırıldı.

Almanya’da yaşayan yazarlarımızı tanıtıcı, yapıtlarına yer veren bir edebiyat dergisinin çıkarılması düşünüldü. Gerçekleştirilemedi.

1992 Else Lasker-Schüler konulu söyleşinin de yer aldığı bu buluşmada

 

1995 Kavşak yayınlandı. Türkiye’den Duran Yılmaz ve Salih Mercanoğlu geldi.

 

 

Kuzey Ren Vestfalya Yazarlar Çalışma Grubu, Kış Buluşmasına katılanlar, Herford, 1996, (Foto: Kemal Yalçın)

Helga Kohne’nin bu grupdaki yeri ve görevi neydi?

NRW TYÇG’muzun destekçisi Arbeit und Leben-DGB/VHS’in yöneticisi olan Helga Kohne’nin, buluşmalarımızın düzenlenmesi ve yürütülmesi hususunda aktif bir görevi yoktu.  Helga Kohne aynı zamanda araştırmacıdır; toplantılarımıza bu vasfı ile düzenli olarak katılan daimi üyelerimizdendi. Araştırma alanı “Zwangsarbeit  und Judenverfolgung in Deutschland / Almanya’da Savaş tutuklusu işçiler ve Yahudi Zulmü“dür. Bu konuda yayınlanmış birçok makalesi ve kitapları vardır.

Almanya’da yaşayan yabancıların hak ve çıkarlarını inatla savunan, yabancı düşmanlığına karşı aktif rol alan Helga Kohne’nin bir de Schweigenbrechen / Suskunluğu Kırmak adlı iki dilde, Türkçe/Almanca olarak yayınlanmış şiir kitabı vardır.

Yayınlanmış kitapları:

Deckname Genofa, Zwangsarbeit im Raum Herford 1939-1945, Verlag für Regionalgeschichte, Bielefeld, 1992

Mariupol – Herford und zurück. Zwangsarbeit und ihre Bewältigung nach 1945, Verlag für Regionalgeschichte, Bielefeld, 1995

 

Türkiye’de kaldığınız süre içinde Türkiye’de kitap yazabiliyor musunuz?

Hayır. Son on yılda “Der fremde Vater” adı altında topladığım sadece 6-7 öyküden oluşan bir çalışmam oldu Türkiye’de. Geçtiğimiz yıl Almanca/İngilizce/İtalyanca olarak Italya’da baskıya girecekken, Corona Pandemi gerekçesiyle elimde kaldı.

Göçün 60. Yılında nasıl bir Almanya hayal ediyorsunuz?

Vakti zamanında bir yaşlı teyze oğlunu, gelinini, torunlarını görmeye İstanbul’a gitmiş. Birkaç gün sonra sıkılmaya başlamış. Öyle ya burası İstanbul. Geçim zor. Her Allah’ın günü, sabah erkenden oğlu işe, gelini temizliğe, torunları da okula gidiyorlar, teyze evde yalnız kalıyormuş. Günlerden bir gün, “Çocuklar,” demiş, “her biriniz bir tarafa dağılıyorsunuz, ben dört duvar arasında bir başıma kalıyorum, canım daralıyor. Şöyle bir sokağa çıksam da biraz hava alsam, olmaz mı?”

“Olur ana,” demişler, “ama evden fazla uzaklaşma ha, kayıp mayıp olursun!”

“Çocuk muyum ben?” diye çıkışmış anaları.

Ertesi gün oğlunu işe, gelinini temizliğe, torunlarını okula yolladıktan sonra, başını bağlamış, atkısını sırtına atmış, evden çıkmış.

Çocukları paydos edip akşam eve döndüklerinde, bakmışlar ki! Aa, anaları evde yok. “Kim bilir, kiminle lafa daldı, anam biraz konuşkandır, az sonra gelir.” demiş beklemişler; gelmemiş.

Aradan bir saat geçmiş yok, hava kararmış geceye dönmüş; yok. Sabah olmuş, yine yok. “Allah Allah ne oldu bu kadına, başına bir iş mi geldi!” demiş telaşlanmışlar. “Kayboldu herhâlde,” demiş, çoluk çocuk sokağa dökülmüş, günlerce aramadık sokak, çalmadık kapı bırakmamışlar, nafile; bulamamışlar. Köye tel çekmişler; orada da yok.

Haftalar, aylar, yıllar geçmiş.  Çıkış o çıkış, anaları bir daha eve dönmemiş.

Derken aradan tam yedi sene geçmiş. Oğlu artık umudunu kesmiş, karısına dönmüş “Hanım,” demiş “ben anamdan umudu kestim, dilim varmıyor demeye ama ölmüştür. Ölüsü de kurda kuşa yem olmuştur. Sen anamın ruhu için bir tava helva yap da komşulara dağıtalım.”

Gelinceğiz bir tepsi helva yapmış, o kapı senin bu kapı benim her eve bir tabak helva dağıta dağıta, mahallenin çıkmaz bir sokağında bir evin kapısını çalmış.

Ev sahibi “Hayrola komşu, bir öleniniz mi var?” diye sormuş. Gelinceğiz ne desin!  “Kaynanamın ruhu için dağıtıyorum. Yedi sene evvel evden çıktı bir daha dönmedi. Yıllarca aradık bulamadık. Öldüğüne kanaat getirdik artık.” demiş.

“Vah ki vah, Allah kabul etsin bacım. Şey mi, adı neydi rahmetlinin, kaç yaşındaydı?”

“Altmış-yetmişinde vardı, ‘Durkadın’ derdik.”

Ev sahibi hanım şöyle bir duraklamış, “Gelin Hanım,” demiş, “bizim evde altı-yedi seneden beri yaşlı bir teyze oturuyor, onun adı da Durkadın’mış, öyle dedi. Senin kaynanan olmasın sakın? Hele içeri gel de bir bak!”

Gelin içeri girince ne görsün. Sedirin baş köşesine kurulmuş kaynanası oturmuyor mu? “Ocağın yana senin he mi, ne işin var el alemin evinde be kadın!” demesiyle çığlığı basması bir olmuş.

“Bundan yedi sene önce bir öğlen üzeri kapımızı yaşlı bir kadın çaldı, bir bardak su istedi.” diye başlamış anlatmaya ev sahibi kadıncağız. “İçeri buyur ettik, ‘Tanrı misafiri’ dedik, ağırladık-azizledik, çay demledik. Suyunu içti, çayını içti. ‘İçti kaçtı olmasın, biraz daha oturayım ayıp olmasın,’ dedi. Akşam oldu sofrayı kurduk, yemeğimizi yedik. Yemekten sonra ‘Yedi de kaçtı olmasın, biraz daha oturayım.’ dedi. Gece oldu, karanlık bastı -gecenin bir yarısı kapı dışarı edecek değildik ya- bir köşeye yatak serdik yatırdık. Neyse sabah oldu ‘Yattı da kaçtı olmasın, biraz daha oturayım.’ dedi. Uzatmayalım ‘Yedi kaçtı, içti kaçtı, yattı kaçtı olmasın,’ diye diye tam yedi senedir beraber yan yana yaşıyoruz. O bize iyice alıştı, ama laf aramızda biz ona bir türlü alışamadık. ”

Gelinceğiz şaşırıp kalmış. Kaynanasını alıp götürse mi, götürmese mi diye düşünürken, ev sahibi de koca karıyı yedi seneden sonra evine yollasam mı yollamasam mı diye hâlâ düşünüyorlarmış. (Parabel, H. Ünal, Almanca olarak yayınlanmıştır, Die Wage-Zeitschrift in Lippe, 1991)

Bir ülkede “Yabancılar Yasası” diye bir yasa varsa, o ülkede yabancılar vardır. Almanya’da var. Bir başka ülkede de var mı, bilmiyorum.

Hangi coğrafyada, hangi ülkede olursa olsun, içinde yaşadığı toplum tarafından yabancı gözüyle görülen herkes yabancı kalmaya hükümlüdür, diyebilirim. Dış görünümleri, inançları, tutum ve davranışları nedeniyle farklı muameleye tabi tutulan her insan çünkü kendini başka gözle görmeye başlar ve zamanla buna alışır.

Şu üç söylemi hiç unutmuyorum:

1) Almanya’da sağlıklı düşünen, demokrat insanlar olmasaydı, bu ülkede tek bir yabancı göremezdik Halitciğim! (Fuat Bultan)

2) Wiesbaden’da bir Türk öğretmenden duymuştum. Sınıfta öğrencilerine sormuş: Almanlar da bizim buraya geldiğimiz gibi Türkiye’ye gelse, sen de orada yaşıyor olsan onlara nasıl davranırsın? (M. Ali Ünal)

Öğrencinin cevabı şu: “Geberdürüm öğretmenim, yerim onu, çiğ çiğ yerim!”

3)Bundan tam çeyrek yüzyıl önceydi. Herford yakınlarındaki Löhne kasabasında bir okulun mesleki hazırlık sınıfında yabancılar ile Almanlar arasındaki sosyal ilişkiler hakkında bir sohbet toplantısındaydım. Otuza yakın genç öğrenci vardı. Öğrencilerin yüzde doksanı ya Alman kökenli Rusya göçmeni ya da Gastarbeiter/Yabancı işçi çocuklarıydı.

Sordum: “Gastarbeiter diye bir söz duydunuz mu, Gastarbeiter ne demek, tanıdığınız Gastarbeiter var mı?”

Önce bir suskunluk oldu, kimseden çıt çıkmadı, soran gözlerle birbirlerine baktılar. Ders konusunu hazırlayan, beni Referent olarak davet eden Öğretmen Hanım’la göz göze geldik. Kara kaş kara göz bir öğrenci çekinerek parmak kaldırdı.

“Ben duydum, öğretmenim.” dedi.

“Tanıdığın Gastarbeiter var mı, peki?” diye sordum.

“Var.” dedi.

“Kim?” diye sordum.

“Babam.” dedi.

Gülesim geldi.

Yirmi birinci yüzyılın, yirmi birinci yılındayız. “Ne değişti?” dersen ne diyeyim; düşünmem lazım.

1980li yıllarda benim bölgemde, liseye/Gymnasium’a giden ilaç için tek bir öğrenci vardı. Bugün profesörlerimiz, üniversite hocalarımız var. Dünkü Gastarbeiterlerin çocukları, torunları bugün Almanya’da fabrikalar kurdular, işyerleri açtılar, işveren oldular Kosovalı, Romanyalı, Bulgaristanlı “Gastarbeiter” çalıştırıyorlar. Politikacılarımız, müzisyenlerimiz, sanatçılarımız, yazar-çizerlerimiz, Alman Devlet televizyonlarının ana haber sunuculuğunu yapan kızlarımız, oğullarımız var.

Buna karşın!

Yazımın başında yer verdiğim ilk iki söylem bugün olmuş hâlâ kulaklarımda çınlar.

Bizim oralılar Almanları sevemedi, çünkü Almanlar bizimkileri sevmedi. Sevginin, hoşgörünün olmadığı bir toplumda uyumdan söz edilebilir mi?

Bilinen bir şeydir: 1750, 1800’lerden başlayarak 1900’lerin ilk çeyreğine kadar Alman ve Avusturya kültürlerinin bel kemiğini, omurgasını oluşturan Heinrich Heine, Ludwig Börner, Kurt Tucholsky, Karl Kraus ve adlarını sayamadığım daha birçok dünya edebiyatının ünlü, Yahudi kökenli Alman yazar ve düşünürleri, Alman toplumu tarafından kabul görebilmek için Hıristiyanlığa geçmelerine karşın, yine de yaranamamışlar anavatanları Almanya’yı terk etmişlerdir. Heinrich Heine Fransa’ya göçmüş ve orada memleket hasretinden ölmüş, Kurt Tucholsky İsveç’te intihar etmiştir.

Burada yaşayan üçüncü kuşağımız, sadece dış görünümü ve babasından, dedesinden kalma aksak Türkçesiyle Türk’tür. Almanlaşmış Türk de diyebiliriz; dilleri Almanca, rüyaları Türkçedir. Yanlış anlaşılmasın hiçbir zaman Alman olmayacaklardır, Kökeni Türk Federal Almanya Vatandaşı olacaklardır.

Elli-altmış yıldır Alman politikacıların dillerinden düşürmedikleri Integration/Uyum tek taraflı gerçekleşmiştir. Politikacılar vatandaşlarına söz geçirememişlerdir, diyeceğim ama dilim varmıyor çünkü kabahatin büyüğü onlardadır. Geçmişteki “Judenfrage” söylemi bugün “Ausländerfrage”ye dönüşmüştür.

Siyasetçi, seçmen oylarıyla beslenir. Federal Almanya siyasetçileri, güttükleri Ausländer/Yabancılar Politikası ile beslenmektedir. On altı eyaletten oluşan bu ülkede her yıl dört seçim yapılır, her seçim öncesi yabancılar konusu gündemdeki değişmez yerini alır.

Ve altmış yıldır burada yaşayan insanları yabancı olarak görmekten vazgeçmeyen bu zihniyet, biz yabancıları nasıl tanımlayacağını, bize hangi adı vereceğini bilememekte ve hâlâ anlaşamamaktadır. Almanya göçmen ülkesi değildir. Doğrudur belki ama bugün üçüncü kuşağını yaşayan, adına “Göçmen” dememek için direnilen, yabancı kökenli bu insanları hangi adla çağıracağız?

Sadettin Kaynağın “Saçlarıma ak düştü, sana ad bulamadım” şarkı sözlerinin tam yeridir. Ak, yarım yüzyılı aşkın süredir burada yaşayan bizim saçlarımıza düştü ve bize bir ad bulunamadı; altmış yıldır ad aranıyor…

Hitler faşizmi yıllarında, savaş döneminde istila edilen Polonya, Ukrayna ve Sovyetler Birliğinden silah zoruyla, sığır vagonlarına tıkılarak çalıştırılmak üzere getirilen insanlara “Zwangsarbeiter” deniliyordu. Savaş sonrasının ilk yıllarında İtalya’dan getirilenlere Fremdarbeiter, 1960’lardan sonra Türkiye, Tunus, Portekiz, İspanya, Jugoslavya ve Yunanistan’dan sözleşmeli olarak davet edilenlere önce Gastarbeiter (Misafir İşçi), daha sonra, siyasi iklime göre, sırayla Ausländer(Yabancı),  Ausländische Arbeitnehmer (Yabancı İşçi), Migranten (Sözlüklerde karşılığı bile yok. Ben, bir elinde bavulu, yatağı sırtında, eli yüreğinde her an kovulmayı bekleyen adam diyorum)…  denildi.

Ve bugün ise Yurttaş/Bürger olmuş vaziyetteyiz! Hem de Bürger/Yurttaş’ın kuyruklusu: Bürger mit Migrationshintergrund (Yabancı geçmişi olan vatandaş), iyi mi!

Diyeceksin ki, “Halitciğim ne bu hiddet?” Benimki sadece bir saptama, bir tespit.

Merkel muhalefet lideriyken, 17 Şubat 2004 tarihinde Ankara’ya yaptığı ziyaret sırasında, kendisiyle Almanya Büyükelçiliğinde Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda yaptığımız görüşmenin sonunda bana şöyle dedi: “Birçok konuda sizi haklı buluyorum ama ben Alman halkının karşısına geçerek Türkiye’nin üyeliğini destekliyorum diyemem.” Onur Öymen

Sayın A. Merkel’in bundan 17 yıl önce sarf ettiği yukarıdaki sözlerinden kendimize pay biçebiliriz.

1960’lardan bugüne yukarıda saydığım ülkelerden getirilen yabancıların (Türkiye hariç) tümü “Ausländer“lıktan çıkmış, AB’ye girerek terfi etmişlerdir. Bir bizim ülkemizin insanları Ausländer kalmıştır.

Diyeceksin ki, bizim ülkemiz de AB’ye dahil edilseydi, bir değişiklik olur muydu? Pek sanmıyorum.

Göçün 60. yılında söyleyeceğim bu kadar. Başkasını bilemem.

Sevgili Halit Ünal bu uzun söyleşi ve Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu hakkında verdiğin edebiyat tarihi açışından önemli bilgiler için sana çok çok teşekkür ederim.

Sevgili Kemal ben de sana çok teşekkür ederim.

 

Esslingen am Neckar, 5 Şubat 2021, Halit Ünal

Bochum, 5 Şubat 2021, Kemal Yalçın